Bundan birkaç
sene önce Cumhuriyet Dönemi fotoğrafçılarından olan büyükbabamın
fotoğraflarının arasında 5,5x9cm ve 6,5x10cm boyutlarında birkaç fotoğraf
buldum.
Fotoğraflar
hemen ilgimi çekti, çünkü hepsi Mardin’de çekilmişti. Bunlar o güne kadar nasıl
dikkatimi çekmemişti? Onca kez büyükbabamın fotoğraflarını didik didik etmiş
ama bunları fark etmemiştim. İşin ilginç tarafı, hepsi de bir arada
duruyorlardı.
Bu sorular
yerini başka sorulara bıraktı fotoğrafları incelediğimde. Büyükbabam hiçbir
fotoğrafta yoktu. Büyük ihtimal o çekmiştir fotoğrafları diye düşündüm. Peki ya
bu fotoğraflardaki insanlar kimdi?
Hemen annemin
yanına gittim, mutfakta yemek yapıyordu. “Anne, dedem (ben büyükbabama dede
derdim o yaşarken, hâlâ da öyle derim) Mardin’e gitmiş, fotoğraflar buldum”
dedim heyecanla.
Annem hiç
reaksiyon göstermedi, pişirdiği yemekle uğraşmaya devam ederken gayet kesin ve
emin bir tarzda “Kemal bey Mardin’e gitmedi” dedi, “o fotoğraflar başkasının
olmalı.”
Şaşırmıştım.
Biraz da bozulmuştum. Büyükbabamın Mardin’e gitmiş ve fotoğraflar çekmiş
olduğunu öğrenmek hoş olurdu tam da “Mardin / Güneş Ülkesi” kitabımı yazma
hazırlıklarında olduğum o günlerde. Ne hayaller kurdum iki dakikada kafamda.
Masama oturup
fotoğrafları incelemeye başladım. Hemen hemen her fotoğrafta aynı adamla kadın
vardı. Belli ki karı kocaydılar ve buralarda geziyorlardı. Kadın ve adam bir
çeşmenin başında, Deyrulzafaran Manastırı’nda, adam Deyrulzafaran yolunda tek
başına, kadın tek başına Şehidiye Camii minaresi görüntüsüyle, aynı karede bir
sefer de adam tek başına, sonra bir fotoğrafta bir grup insan (bu fotoğrafta o
çift yok ama fotoğraf belli ki o günlerde çekilmiş, arkada Mardin manzarası),
ne amaçla çekildiğini anlamadığım bir başka fotoğrafta boş bir alan var ve
birileri görünüyor ama anlaşılmıyor ve son bir foto daha, işte orada bir
gariplik fark ettim.
Bu fotoğrafta
kadın duruyor, arkasında Mardin görüntüsü ama bu sefer
yanında kocası olduğunu düşündüğüm o kişi değil, daha genç bir erkek duruyor ve
sanki bir yeri ya da bir şeyi işaret ediyor gibi elini Mezopotamya Ovası’na
doğru uzatmış, kadın da ona bakıyor. Fotoğraftaki garipliği hemen buldum! Bunu
büyükbabam çekmiş olamazdı, fotoğraftaki hata çok büyüktü. Adamın ileriye
uzattığı kolu kadının yüzünü kapatıyordu ve büyükbabam gibi bir fotoğrafçının
böyle bir hata yapması mümkün değildi. Peki bu fotoğraftaki adam kimdi? Diğer
fotoğrafların hiçbirinde yoktu…
Düşünceleri bir
kenara itip fotoğrafları taradım ve bilgisayarda büyük boyutta incelemeye
başladım. Gözlerime inanamadım. O Mezopotamya Ovası’nı işaret eden adam benim
babam.
Bir şeyler
açığa kavuşmuya başlıyordu. Diğer tüm fotoğrafları büyük ihtimalle babam
çekmişti ve bu çiftle birlikte geziyorlardı. O fotoğrafı da kadının kocası olduğunu
düşündüğüm adam çekmişti.
Peki ama bu
fotoğraflar ne zamandandı? Bunlar kimdi?
Hemen Ahmet
Maden’i aradım. Bilse bilse o bilirdi. Fotoğrafları görür görmez 1950’li
yılların başlarında çekilmiş olmaları gerektiğini söyledi, babamın olduğu
fotoğrafta arkada dönemin Emniyet Binası’nın (bugünkü İzala Otel) inşaat
halinde oluşundan anlamıştı. Bir de Deyrulzafaran Manastırı’nda çekilen
fotoğrafta köşede başını öne eğmiş duran genci hemen tanıdı, “bak bu bizim
Bahe” dedi. Hani hikâyesiyle bütün Türkiye’yi ağlatan Bahe, annesinin manastıra
bıraktığı, ölene kadar annesini beklediği anlatılan Bahe. Evet, dikkatli
bakınca ben de fark ettim. Gülümsedim…
Bahe’yi geçtiğimiz yıl kaybettik, bu fotoğrafları bulduğumda yaşıyordu
henüz.
Elimdeki
verilere göre, büyük ihtimalle babamın asker olduğu dönemdendi bu fotoğraflar.
Babam 1931 doğumluydu ve Diyarbakır’da askerlik yapmıştı. Oldukça da
mantıklıydı bu durum. İzinde falan Mardin’e gelmişti belki ve birileriyle geziyordu…
Daha fazlasını
bulamadım ve öyle kaldı orada her şey… Ben o çiftin kim olduğunu merak ettim o
günden sonra hep. Bir yerden bir şekilde bir şeyler öğrenmek nasıl mümkün
olabilirdi? Kimdi bu insanlar? Mardinli olmadıkları belliydi, belki de
yabancıydılar. Zaten Mardinli olsalar mutlaka bir tanıyan çıkardı diye
düşündüm.
Yıllar geçti… O
fotoğrafları zaman zaman sosyal medyada paylaştım. Ama orijinalleri hep elimin
altında, gözümün önündeydi.
O fotoğrafları
bulduğum günden beri hep “Benim Mardin sevgimin sırrı bu fotoğraflarda” diye
düşündüm ve her sefer garip bir his kapladı içimi…
Geçen yıl
kızkardeşim Zeynep kendine ait fotoğrafları ayırmak ve çift fotoğrafları alıp
albüm yapmak için benden bir sürü fotoğraf götürdü kendi evine ve yine
geçtiğimiz haftalarda bana telefon edip, “Nükhet, bendeki fotoğrafların içinden
bir Mardin fotoğrafı çıktı, babanın bir fotoğrafı, arkasına da (MARDİN 18-3-951)
yazmış” dedi.
Nasıl sevindim.
Tarih kesinleşmişti, Ahmet Maden doğru tespitte bulunmuştu.
O fotoğraf da
geldi ve diğerlerinin yanındaki yerini aldı. Fotoğrafta babam belinde asker palaskasıyla…
Tamam, askerlik dönemiydi işte. Bu arada Deyrulzafaran Manastırı’nda çekilmiş
olan fotoğraftaki rahibin rahmetli Cebrail Allaf olduğunu öğrendim. Ama o
çiftle ilgili herhangi bir bilgiye ulaşamıyordum.
Kim olduklarını
öğrenmek için yanıp tutuşmaya başladım. Gittikçe daha çok merak eder olmuştum.
Kimdi bunlar? Bu duygumu sosyal medyada paylaşınca bazı tahminler geldi bazı
kişilerden ama bu bilgiler pek de inandırıcı gelmedi bana.
Bir akşam yine
bu konuda düşüncelere dalmış otururken, Gabriel Rabo’dan bir mesaj geldi.
Birkaç yıl önce bu fotoğrafı gördüğünü, o çifti soruşturduğunu ama bulamadığını
söylüyordu. Hemen sohbete başladık. Fotoğrafların hikâyesini anlattım. Birine
benzettiğini hatta neredeyse emin olduğunu söyledi bana. “Bir dakika” dedi,
“bende bir kitap var ve kitapta da bir fotoğraf, onu yollayayım.”
Biraz sonra
karşımda yaşlı bir adamın fotoğrafı duruyordu. Evet, dikkatli bakınca elleri,
ağız ve yüz çizgileri, çenesi, kaşları, gözleri benziyordu. Ama tam emin
olamamıştım.
Gabriel Rabo’nun verdiği bilgiler doğrultusunda bir yandan sohbet
ederken bir yandan da internetten araştırmaya başladım. Çok ilginç şeylere
hatta bahsi geçen adamın soy ağacına kadar ulaştım. Bir de gençlik fotoğrafı
buldum. Kesinlikle 1950’lerden çok önceye ait bir fotoğraf.
Fotoğrafa bakıp
kalmışım… Şoka girmiştim sanki… Bu oydu… Yıllardır kim olduğunu merak ettiğim
adam işte karşımda duruyordu. Karşımda duran gençlik fotoğrafından onun
olduğunu anlamak çok daha kolay olmuştu ama emin olamazdım tabii.
Hemen bulduğum
fotoğrafı Gabriel Rabo’ya yolladım. Biraz sonra “Bu o” dedi, “kesinlikle o.
Eminim…”
Biraz
araştırdım… İnanılmaz bir hikâyeyle karşı karşıyaydım. Bir efsane vardı
karşımda…
Efsane profesör
lakaplı Arthur (Karl) Võõbus idi fotoğraflardaki esrarengiz adam.
Dünyanın en
önemli, en büyük Süryanice uzmanlarından birinin fotoğraflarına bakıyormuşum
meğerse senelerdir ben.
Arthur (Karl)
Võõbus 1909’da Estonya’nın Tartu Bölgesi’nde Vara’nın Matjama köyünde bir
öğretmen çocuğu olarak dünyaya geliyor.
1926’da
Tartu’da Hugo-Treffner Gymnasium’u bitiriyor ve 1932’de de Tartu Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nden mezun oluyor. 1933-1940 yılları arasında Estonya
Protestan-Luterhan Paulus cemaatinde papaz olarak görev yapıyor.
“Sören
Kirkegaard’a göre gerçek Hıristiyan, gerçek Hıristiyan yaşamı ve gerçek
Hıristiyan kilisesi” adlı çalışmasıyla 1934’te “Magister Theologiae” ünvanını
alıyor. Roma, Paris, Londra, Berlin ve Leipzig kütüphanelerinin ve değişik el
yazmaları koleksiyonlarının Süryanice el yazmalarını inceliyor.
Süryaniceyi de üniversitede
Estonyalı şair, ilahiyatçı, doğubilimci ve etnolog Uku Masing’den öğreniyor.
20.06.1936’da
varlıklı bir tüccarın kızı olan Ilse Luksep ile evleniyor. Haziran gelini Ilse
Luksep (fotoğraftaki güzel kadın) 1918 doğumlu ve benim gibi koç burcu. Bu evlilik
Arthur’a büyük bir kilisede görev yapma imkânının yanı sıra, araştırmalarını yürütebilmesi
için maddi alt yapıyı da sağlamış.
1937 yılında
Märt adını verdikleri bir oğulları dünyaya geliyor.
1930’ların
sonlarına doğru o güne kadar yayınlanmış olan tüm Süryanice metinler hakkında 3
çalışma yapmış olması gerekiyor.
1940 yılında Rusya’nın
Estonya işgalinden kaçarak Almanya’ya yerleşiyor ve 1941’de henüz daha dört
yaşında olan oğulları Almanya’nın Schwerin şehrinde ölüyor.
Almanya’da
yaşadığı bu dönemde muhalif tutumu Gestapo’nun dikkatini çekiyor ve Almanya’nın
Estonya’yı işgal etmesi üzerine yeniden Estonya’ya taşınıyor.
Tartu
Üniversitesi’nde “10. yüzyıla kadar Suriye, Mezopotamya ve İran’da
keşişlik/manastır hayatı” üzerine doktora yaptığı 1943 yılında çiftin kızları
Ruth dünyaya geliyor.
1944’te ikinci
kez Rus işgalinden kaçıp Almanya’ya yerleşiyor. 1944-1948 yıllarında mülteci
kamplarında papaz olarak çalışan Arthur, 1946-1949 yılları arasında da Hamburg
yakınlarındaki Pinneberg Baltık Üniversitesi’nde Eski Kilise Tarihi profesörü
olarak akademik kariyerini sürdürüyor. Fakat bu üniversite kapatılıyor ve 1955
yılına kadar Londra’da British Museum’da çalışıyor.
1951 yılında
çiftin Eti adında bir kız çocuğu dünyaya geliyor. Bu fotoğraflar çekildiğinde 22
Ocak’ta doğmuş olan bebek demek ki henüz iki aylık. (Tabii onu yanlarında getirip
getirmediklerini bilemeyiz.)
Daha sonraları 1977
yılına kadar Chicago’da Lutheran School of Theology’de
(LSTC) “Yeni Ahit Bilimi ve Eski Kilise Tarihi” profesörü oluyor.
Arthur (Karl)
Võõbus, pek çok bilim akademisinin yanı sıra, Hollanda Kraliyet Bilim ve Sanat
Akademisi üyesi ve çalışmaları ağırlıklı olarak “Erken Hıristiyan Dönemi
Süryanice Literatürü” üzerineydi.
Bu gezileri
sırasında Süryanice el yazmalarını fotoğraflıyor. Bu sayede 1,5 – 2 milyon
sayfalık bir arşiv ortaya çıkıyor. 1979’da bu koleksiyon baz alınarak
Chicago’da “Institute for Syriac Manuscript Studies” kuruluyor.
Yaptığı araştırmaların sonuçlarını örneğin “Corpus
Scriptorum Christianorum Orientalium” CSCO gibi yazı dizileri olarak yayınlıyor,
80’in üzerinde araştırması, 240’ın üzerinde Estonca, İngilizce, Almanca, Fransızca
ve Arapça makalesi var. Pek çok da yayınlanmamış makalesi olduğunu biliyoruz.
1951’de
“Sürgündeki Estonya İlahiyat Derneği Araştırmaları” yazı dizisini oluşturuyor.
Bunlar popüler ve bilimsel araştırmalar olarak ikiye ayrılıyorlar.
Arthur Võõbus
“Doğu keşişliği araştırmaları öncüsü” kabul ediliyor.
Süryanice
bilimsel çalışmalarının yanı sıra Estonya Protestan Kilisesi’nin güncel durumuyla
ilgili yazıları da var. Estonya dini ve kültürel tarihi üzerine olan bu
yayınları akademi duygusal ve kesinlikle anti-komünist olarak tarif ediyor.
Arthur (Karl)
Võõbus 25 Eylül 1988’de ölüyor ve 1 Ekim 1988’de gömülüyor.
Hikâyenin tam
burasında çok fena oldum, çok garip hissettim. Babam da aynı yıl öldü çünkü,
hem de 19 Ekim’in ilk saatinde. Yani 24 gün sonra…
Arthur (Karl)
Võõbus’un yaptığı çalışmalar 21. yüzyılı da oldukça etkilemiş. 1998-2004
yılları arasında Tartu Üniversitesi’ndeki çeşitli sempozyumlarda Almanya,
İngiltere, ABD, Finlandiya ve Rusya’dan din ve tıp tarihi, dilbilimi ve Doğu
Akdeniz arkeolojisi dallarındaki bilim adamları tarafından işlenmiş.
Karısı Ilse’nin
öldüğü 2005 senesinde Chicago’daki Lutheran School of
Theology, Chicago Üniversitesi Doğu Bilimleri Enstitüsü ile Arthur Võõbus’un
Süryanice el yazmaları koleksiyonunu kataloglamak ve dijital ortama geçirmek
için bir anlaşma imzalamış.
Şimdi inanılmaz bir arşiv var tabii haliyle…
***
Kafamda onlarca
soru…
Babamla nasıl
tanıştılar? Neler konuştular? Babamla birlikte gittikleri Deyrulzafaran
Manastırı’nda ne yaptılar? Mardin’de nereleri gezdiler?
Bu onlarca
sorunun yanında onlarca da hikâye beliriyor kafamda…
Bu arada toplu
fotoğraftakilerin bazıları büyük ihtimalle o dönemin Protestan Misyonu’ndan
birileri, Deyrulzafaran yolundaki küçük kızın da kim olduğunu sanırım bulmak
üzereyim…
***
Bence daha pek
çok detay eksik ve ben öyle hissediyorum ki, başka şeyler de çıkacak ortaya…
Bu arada en
başta belirttiğim “Neden Mardin?” sorusuna bulduğum cevap ne diye merak
ediyorsunuz büyük ihtimalle…
Ben bu
fotoğrafları bulduğum günden beri hep Mardin sevgimin sebebi bu fotoğraflarda
saklı diye düşündüm…
Bu sebebini bir
türlü açıklayamadığım, bilemediğim bir duygu içimden gelen.
Ortadoğu
coğrafyasına özellikle de Lübnan’a olan sevdamın babamın etkisiyle olduğunu
düşünürüm hep. Ama daha derine inince insanoğlunun açıklayamadığı pek çok şey
çıkıyor karşısına.
Neydi gerçekte
bu Ortadoğu coğrafyasına olan sevgim, Mardin’e olan bu tutkulu aşkım? Yıllardır
Süryanice öğrenmek isteyişim ve bunun gerçek oluşunun tam da bu sırrı çözdüğüm
döneme denk gelmesi...
Babamla bu
insanların yollarının kesişmesi, yüzlerce evet gerçekten de yüzlerce fotoğrafın
içinde bunların beni bu kadar derinden etkilemesi, her birine onlarca hikâye
yazışım kafamda, benim yollarımın bu topraklarda kesiştiği insanlar…
Öyle derin
derin düşündürüyor ki beni bu konular… Ne güzel bir detay, hoş bir hikâye, aman
canım sen de, hayat işte falan diyerek geçip gidemiyorum…
2 yorum:
Dönüp dolaşıp, gene hiçbir şeyin tesadüf olmadığı fikrinde mutabık kalıyoruz sanırım, Nünücüğüm. Eminim, bizim inandığımız bazı bilgilerin ışığında sen bir şekilde tekamül etmiş ve reenkarne olmuş öz benliksin. Bu nedenle de, bu fotografların senin bu kadar ilgini çekmesi çok normal. Süryanice öğrenme isteğinin ve oralara olan tutkunun altında yatan gizem bu bence.
Gerçek şu ki hiç bir şey tesadüf değildir ...Bu kadar kuvvetle Guneydogu'yu hissetmek genlerden geçmiş olmalı, özellikle de Mardin'i...Zevkle ve heyecanla okudum çok ta etkilendim iyi ki takipteyim neler öğrendim sayende , yazar olmak böyle bir şey ışte herkese ulasabilmek, sonsuz tesekkurlerimle...(yandaki kutucukta Muğla gördüğünde bu benim büyük ihtimal devamlı okuyorum çünkü ♥♥♥ )
Yorum Gönder