Perşembe, Mart 15, 2012

Labirent (*)

Merdivenleri ağır ağır çıkmaya başladı.

Yorgun, bıkkın, bitkin gibiydi. Garip hissediyordu bugün. Her gün çıkmaya alışık olduğu bu basamaklar nedense bitmeyecekmiş gibi geldi ona.

Gözlerini kapatıp iç çekti. ‘Haaaahhh’ diye çıkan sesten rahatsız olup gözlerini açtı. Başını kaldırıp yukarıya baktı. Merdivenlerin başında bekçilerden iki tanesi ona bakıyordu.

Gülümseyerek ve canlı adımlarla merdivenleri çıkmaya başladı. Son basamağa geldiğinde gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı ve canlı bir ses tonuyla ‘günaydın’ dedi bekçilere. Bekçiler de gülümsediler. Erkek olan alçak tondan bir ‘günaydın’ dedi, kadın olan bekçi ise yüksek sesle ‘günaydın Nihal hanım’ diye karşılık verdi…

Durdu ve etrafına bakındı. Bir turist rehberi grubuna güzel Almancasıyla müzeyi anlatıyordu. Gülümsedi. Yürüyüp yolunun üstündeki grubu rahatsız etmemeye çalışarak sağdan ikinci odaya girdi, bekçi kadın da peşinden.

Odanın sonunda tüm heybetiyle camın arkasında duran kapıya baktı. Gülümsedi. Bir müddet o güzel kapıyı seyretti. Hayranlıkla baktığını gören bekçi kadın: ‘Nihal hanım, bu kapıyı çok mu seviyorsunuz?’ diye sordu gülümseyerek.

Gözlerini kapıdan ayırmakta zorlanarak bekçi kadına dönüp: ‘Cizre Ulu Camiinin kapısı. O çok özeldir. Evet, çok seviyorum… Artukluları seviyorum, o dönemi seviyorum, bu kapının bu müzeye getiriliş hikayesini seviyorum. Bu kapının tek başına kalmış tokmağını seviyorum, El Cezeri’nin robotlarını seviyorum…’ dedi ve durdu. Bekçi kendisine gülümseyerek bakıyordu.

‘Anladı mı acaba dediklerimi?’ diye düşündü ve başını salladı. ‘Anlamıştır canım bu müzede çalışıyor, genelde bu odaya o bakıyor, herhalde duvardaki yazıları da okuyordur’ dedi içinden ve yeniden gülümsedi.
‘Aslında’ dedi alçak bir ses tonuyla ‘aslında bu odanın enerjisini seviyorum.’

Yürüdü, diğer kapıya yöneldi. Bekçi de peşinden geldi. ‘Haydi kolay gelsin, iyi nöbetler’ dedi.

Koridorda koşarcasına ilerledi ve Divanhane tabelasına gelince sola dönmesi gereken yerde yavaşladı. Soldaki odaya girdi, sağdaki kapıdan Divanhane’den bir önceki odaya girince iyicene yavaşladı ve durdu. Etrafa bakıyormuş gibi yaptı. ‘Bu oda da bir garip’ diye geçirdi içinden…

Başını sallayıp Divanhane’ye geçti…

Divanhanenin bekçisi gülümseyerek yanına geldi: ‘Günaydın Nihal hanım!’ dedi.

Başı döndü bir anda. Sağ elini başına doğru götürüp gözlerini kapattı…

Dışarıda yağan yağmurun sesi, dehlizlerdeki meşalelerin ateşinin çıtırtılarını bastırıyordu. Her yerde yanan mumlar aydınlatıyordu sarayı.

Bir erkek sesi duydu:

‘Gücün ve yiğitliğin leoparı, cesaret ormanının kaplanı…’

Sesin nereden geldiğini anlamak için etrafına bakındı. Kimseyi göremedi. Cama doğru ilerledi. Dışarıya bakmaya çalıştı, karanlıktı dışarısı.

Sesi gene duydu:

‘ Kutsal bir şevkle dolu kahraman, zafer arenasının Rüstem’i, toprak hakimiyetinin tanziminin aslanı…’

Korkar gibi etrafına baktı, başını çevirip geriye baktı, kimseyi göremedi.

Dönüp cama doğru baktı ve biraz tereddütle elini uzatıp pencereyi açtı. Demir parmaklıkları tutup dışarıya bakmaya çalıştı. Kapkaranlıktı dışarısı…

Sesi duydu gene:

‘Tüm güçlerin denizlerinin değerli incisi, müminlerin savunucusu…’

Korkuyla bıraktı demir parmaklıkları ve hemen camı kapattı.

Odanın ortasına doğru yürüdü. Etrafındaki mumlara baktı. Mumların titreyen ışığına daldı. Sağ elini boğazına götürdü. Sanki nefes alamıyormuş, boğuluyormuş gibi tuttu elini boğazında. Gözleri açıldı alabildiğince.

Gözünü kapattı. Bir hırlama sesi duydu, bedeni kasıldı.

Gözünü açtı. Eli boğazındaydı. Elini indirdi. Gün ışığı gözünü kamaştırdı. Karşısında gülümseyen bekçiye ‘günaydın’ dedi.

(*) Bu yazı ham malzemedir. Bir deneme yazısı özelliği taşısa da ‘Labirent’ romanımın ufak bir kısmıdır. 15 Mart 1536’da öldürülen Pargalı İbrahim Paşa’nın ölümünün 476. yılı nedeniyle öylesine, onun anısına sizlerle paylaşmak istedim.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails