Perşembe, Ocak 25, 2007

Güvercinime Güvercin Postası (Hrant'ın Ardından)









Hrant,

Beni vurdular. Sana isabet etmeyen o dördüncü kurşun geldi tam benim kalbimin orta yerine girdi ve paramparça etti kalbimi, sonra da yoluna devam edip beynime saplandı. Orada duruyor. Hiç çıkmayacak.

Beni de vurdular Hrant. Senin vurulduğun an, beni de vurdular.

Seni tanıyan, tanımayan, anlayan, anlamayan, anlayamayan herkes bir şeyler yazdı. Dedim ki, şimdi sıra bende. Dedim ki, ben de sana yazmalıyım.

Çarşamba akşamı evde bir yazı buldum, bunu Hrant’a göstermeliyim, yarın telefon ederim diye düşündüm. Sonra dedim ki, şimdi Çarşamba akşamı iş uzun sürmüşse Perşembe günü belki gelmez Hrant gazeteye, Cuma ararım. Çok içim sıkılıyordu Perşembe günü. İstanbul Rehberler Odası’nda Basın Yayın odasındaki arkadaşlarla paylaştım sıkıntımı. Onlardan biri, Özlem de ne kadar içinin sıkıldığından dem vurdu.

Cuma günü Taksim’de arkadaşım Çimen’in ofisinde bir yazı hazırlıyordum, bitirdim, telefonum çaldı. Saat öğleden sonra üçü biraz geçiyor. Tülay’dı arayan. Ortak dostumuz, arkadaşımız Tülay, senin bin senelik arkadaşın, bizi bin sene önce tanıştıran Tülay. Normalde sevinirim o aradığında. “Ne iş?” demişim yüksek sesle. Telefonu açmaya çalışırken kapandı. Şaşırdım. Telefonu açtım, tekrar çaldı. Kardeşim Zeynep arayan bu sefer. Ağlıyor telefonda, sesi berbat: “Nükhet” dedi “Hrant’ı vurmuşlar! Agos’un önünde vurmuşlar…”

Nasıl haykırdığımı, kendimi nasıl duvarlara vurduğumu hatırlıyorum. Aynen bundan tam dört sene önce yeğenim, kız kardeşimin oğlu Caner’in artık yaşamadığını bana söylediklerinde hissettiklerime çok benziyordu o anki duygularım. Kendimi duvarlara vuruşum, haykırışım ve en garibi de, bir şekilde olayı algılayamıyor olmam. Gerisini pek hatırlamıyorum. Kendimi bir sandalyede buldum, yanımda Çimen beni sakinleştirmeye çalışıyor. Tülay tekrar aradı. Katıla katıla ağlıyor ve “Nükhet, televizyonda görüyorum öylece yerde yatıyor, ne olur git yanına, onu yolcu et!” diyor bana. Ben de ağlıyorum, “Nasıl olur?” diyorum, “Kaldırmışlardır” diyorum. “Hayır, hâlâ yerde yatıyor. Ne olur git, ben yetişemeyeceğim, sen onu yolcu et!” diyor. “Gidiyorum Tülay” diyorum. “İnşallah ben gitmeden kaldırmazlar.” “O seni bekliyor Nükhet, lütfen git, yetişeceksin, onu yolcu etmeni bekliyor” diye haykıra haykıra ağlıyor.

Kendimde değilim. Allahtan Çimen soğukkanlı ve hemen üstünü giyip bana eşlik ediyor. Biz yürüdükçe arkamızdan yavaş yavaş yolları kapatıyorlar. Bir tane araba geçmiyor, taksi bulmak mümkün değil. Yürüyoruz, küfür ediyor, lanet okuyorum, ağlıyorum, bağırıp dövünüyorum. “Bekle beni Hrant!” diye bağırıyorum. Yetişirim inşallah diye dualar ediyorum. “Yolun ışık olsun!” diye bağıra bağıra, böğüre böğüre koşturuyorum.

Yetiştim… Ambulans duruyor önünde. Arkasında yerde yatıyorsun. Üzerine beyaz bir kâğıt örtmüşler. Ben seni ‘dağ gibi adam’ diye anlatırdım her zaman. O dağ gibi adam şimdi öyle savunmasız, bir bebek gibi yerde yatıyor. İnanamıyorum. Birkaç dakika sonra seni siyah bir torbanın içine koyup sedyeye yatırıp ambulansa yüklerlerken buna yüreğim dayanmıyor. Sanki ben de ölmüşüm de başka bir yerlerden bu olayı seyrediyorum gibi geliyor bana. “Yolun ışık olsun Hrant!” diye avazım çıktığı kadar bağırıyorum. İnsanlar alkışlarla uğurluyorlar seni. Ambulans gidiyor.

Yetiştim, en azından seni yolculayabildim. Ama ne fayda? Kalakalıyorum öyle yolun ortasında. Bitkin, perişan, kanadı kırık hissediyorum.

Orhan Alkaya’yı görüyorum. Bir başka ortak dostumuz. Biz kötü gün dostuyuzdur Orhan’la. Karşı karşıya duruyoruz, beti benzi atmış. Onu hiç böyle görmemiştim. Muhtemelen o da beni. Bilirsin Orhan’ın kitabını Hrant, ‘Türkiye Hâlâ Mümkün!’ Ben zaman zaman ona sorarım, “Orhan Türkiye sence hâlâ mümkün mü?” diye. O da her seferinde “Tabiî ki, bu memleket bizim.” diye cevap verir.

Yanına yaklaşıyorum, bana sarılıyor, ağlıyorum: “Gitti Hrant’ımız Orhan, gitti!” Sonra biraz geri çekilip: “Orhan, sen bu memleketten hâlâ umutlu musun?” diye sessizce soruyorum. İki elinin işaret parmaklarını havaya kaldırıyor, beti benzi atmış yüzüne inanılmaz kızgın ama bir o kadar da kararlı bir ifade yerleşiyor: “Bu memleket bizim memleketimiz, bu memleket Hrant’ın memleketi, faşistlerin değil, bu cinayeti işleyenlerin değil. Onlar gidecek. Onlar kaybedecekler” diyor ve beni biraz kendime getiriyor.




Hrant,

Seninle tanışıklığımız anında sıcacık bir dostluğa, tarif edilemeyecek, kelimelerle ifade edilemeyecek bir arkadaşlığa dönüştü. Ne zaman seni düşünsem, yüzündeki yaramaz küçük bir çocuğunkine benzeyen o muzip ifade ve dudaklarının ucundaki o hafif tebessüm gelirdi hep aklıma. Sen doğruluğun, dürüstlüğün, karşılıksız sevginin, dostluğun, arkadaşlığın, can olmanın sembolüydün. İnsana öyle bir ‘canım’ derdin ki, bir can daha çıkardı içinden sanki.

Ben senden çok şey öğrendim Hrant. Bazı değerlerin ne kadar önemli ve doğru olduğunu ve ne olursa olsun bunlardan asla taviz verilmemesi gerektiğini örneğin. Sonra, bir şeyin nasıl araştırılması, bir bilginin nereye ve nasıl yerleştirilmesi gerektiğini, yanlışı doğrudan nasıl ayıracağımı, tüm bunları ben senden öğrendim. Ve daha nice sayısız güzelliği…

Sen öylesine yüce gönüllüsün ki. Hiç unutmam, 1999’un aralık ayında Ermenistan’a bir gezi yapmıştım. Dönünce bir yazı yazmamı istedin gazeteye. Geziyi yazmamı istemiş ve beni serbest bırakmıştın. Çok şaşırmış ve bir o kadar da mutlu olmuştum. O gezi yüzyılın son gezisi, o yazı da yüzyılın son yazısı olacaktı benim için. Hayatta yazarken en zevk aldığım yazılardan biriydi o yazı. Nitekim Agos’un yüzyılın son gününe denk gelen sayısında yayınlamıştın yazımı. 31 Aralık 1999’da. http://www.izedebiyat.com/yazi.asp?id=21878 “Ne var ki bunda?” der şimdi belki birileri. O zamanlar genelde fevkalâde bir durum olmadığı takdirde mutlaka ama mutlaka gazetenin son sayfası senindi, her ne kadar köşe yazın sondan bir önceki sayfada da olsa. Bana yüzyılın son sayısında kendi sayfanı, gazetenin son sayfasını vermiştin. Rahatlıkla gazetenin içinde bir yerlerde de çıkabilirdi yazı. Ama hayır!

Sen böylesin işte Hrant, bir şeyi beğendiğini sözlerinle değil, yaptıklarınla, tavırlarınla ifade etmek özelliğin senin. Bunu, bu yüce gönüllülüğü asla unutamam. Unutulamayacak çok yüce gönüllülüğün var da, bu onlardan yalnızca bir tanesi.


Hrant,

Ben sana hep ‘güzel adam’ diye hitap ederdim, sen de o herkesin çok sevdiği ses tonun ve hafif edalı, nazlı, birazcık da sana çok yakışan o şeker şımarık tavrınla: “bana güzel adam deme; iyi adam de, doğru adam de, ne bileyim…” diye başlayan itirazlarına benden aynı ses tonu ve tavırla: “Ben ne diyorum ki zaten? Tüm o muhteşem sıfatları ‘güzel’ sözcüğü içinde barındırıyor” diye cevap alırdın.

Kızardım birilerine, sana ya da birilerine edilen bir lafa ya da yapılan bir haksızlığa. Arardım seni, anlatır derdimi dökerdim, sen sakin sakin ‘boş ver’ derdin, ‘sağ ol’ derdin, belki benim yerine oturtamadığım bir iki taşı oturtup beni sakinleştirirdin.

Ama öyle bir gün geldi ki, ben bile kendimi tutamadım ve bu konuyu kaleme dökmeye karar verdim. AGOS Gazetesi 26 Şubat 2004 Perşembe günü bir saldırıya uğradı. Zaten tehditler alıyordun zaman zaman o dönemler. Bu korkunç olay sonun başlangıcıymış. Ben de, nasıl bir içgüdüyse bu, kaleme sarılıp yazmışım her şeyi göze alarak. http://www.izedebiyat.com/yazi.asp?id=23270 Belleksiz bir toplum olduğumuz için bazı şeyleri defalarca hatırlatmak gerekiyor ne yazık ki… Şimdi o yazıyı tekrar tekrar okuduğumda aslında herkesin seni nasıl yalnız bıraktığını görüyor ve kahroluyorum.

Çok içim yanmıştı o zaman Hrant. Sen barış adamıydın, sen dostluk, kardeşlik, birlikte yaşamak, eşitlik kavramlarını en güzel anlayan ve anlatan adamdın. ‘Güzel’ adamdın işte. Ah be Hrant, sen o kafadasın diye Türkiye’yi de mi 40. yüzyılda falan yaşıyor sandın? Yılmadın, korkmadın, kaçmadın, bıkmadın ve 40. yüzyılın kafasının tohumlarını ektin. Bedeli çok ağır oldu sana da, bizlere de.

Bir tek Türkiye değil, tüm dünya çok önemli bir aydınını kaybetti 19 Ocak 2007 Cuma günü. Ben seni bir Cuma günü bulmuştum Hrant ve yine bir Cuma günü kaybettim. Bu nasıl bir acıdır anlaman mümkün değil.

İnşallah aklın buralarda kalmamıştır ama biliyor musun, sen kurtuldun aslında bu pislikten, bu iğrençlikten, bu rezaletten kurtuldun. Bizler de kendimize ağlıyoruz belki de burada senin ardından.


Hrant,

Bir insanın ancak çok yakınını kaybettiğinde duyabileceği acıları yaşattın bana gidişinle. Daha geçen gün kız kardeşimle yeğenimin kaybını konuşuyor ve diyordum ki, “Caner’den ötesi var mı Zeynep, var mı? Yok!” diyordum.

Büyük konuşmuşum Hrant. Ötesi varmış! Çok canım yanıyor, çok acıyor içim.

31 Aralık 1999 tarihli Agos’a bakıyorum. İkimizin yazısının arka arkaya sayfalarda durduğu sayıya. Gene eşitliği vurgulamış ve iyi bir yıl, iyi bir yüzyıl, iyi bir binyıl dilemişsin kendi köşe yazında. Bir kez daha acıdı içim!

Seni çok kırdılar Hrant, o dünya güzeli, kocaman yüreğini çok kırdılar. Küskün gittin sen. Ben en çok buna yanarım.

Seni vurduklarında ben de vuruldum. Sana isabet etmeyen o dördüncü kurşun geldi tam benim kalbimin orta yerine girdi ve paramparça etti kalbimi, sonra da yoluna devam edip beynime saplandı. Orada duruyor. Hiç çıkmayacak.

Hrant,

Belki herkes “böyle uğurlanmak kime nasip olmuş?” diyordur ama ben seni bu şekilde yolcu etmeyi hiç istemezdim can dostum, canım arkadaşım.

İyi ki tanıdım seni. İyi ki dost olduk, arkadaş olduk. İyi ki hayatımdan geçtin Hrant! Benim için hep var olmaya devam edeceksin barış güvercinim. Bu nedenle de, iyi ki varsın diyorum.

Yolun ışık olsun!




Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails