Pazar, Eylül 16, 2007

Doğum Günün Kutlu Olsun!


Doğum Günün Kutlu Olsun!




Her yıl 15 eylülde arardım onu. Yeni yaşını kutlar, aklıma gelen tüm güzel temennileri sıralardım cevap vermesine fırsat vermeden ve sonra da mutluluk içinde verdiği cevabı dinlerdim...



Bu sene yapamadım bunu. Bundan sonra da yapamayacağım. Onu şerefsizce aldılar bizden. Hâlâ da bu konuda pek çok şerefsizlik devam ediyor ne yazık ki...



Can dostum Hrant... Sen yaşıyorsun ve yaşayacaksın. Ne yaparlarsa yapsınlar, seni yok etmeyi başaramayacaklar!



Bu sene 15 eylül Cumartesi günü senin doğum gününü kutlamak için ne yapmalıyım diye düşünürken, Aydan aradı, ‘adaya gitmeye ne dersin?’ diye sordu. Bahsettiği Burgazada. Sevindim. Adaları severim. (İki Milyon TL’ye Özgürlük yazım aklıma geldi...) ‘Tamam’ dedim, ‘gidelim’. Ada vapuruna bindik, ‘1,5 YTL’ye özgürlük’ diye gülüştük. Vapurda simit, çay, sohbet derken ilk adaya, Kınalıada’ya yaklaştık.



Ben her yıl 15 eylülde sevgili arkadaşım Hrant'ı arar, 'canım benim, doğum günün kutlu olsun, tüm arzuların gerçek olsun, güzel bir sene geçir' vs vs derdim. Genelde de okulların açılmasından önceki günlere denk geldiği için doğum günü, AGOS gazetesinde değil de Beyaz Adam Kitabevi'nde olurdu.



Yaşasaydı bu Cumartesi yeni yaşını kutlayacaktı.



Onun yaşadığını düşünmek benim için daha iyi olacaktı.



Burgazada benim özgürlük duygularımı en uç noktalara taşıyan bir yer olduğu için, ben de özgürlüğü seçtim, oraya gittim ve adalar vapuru Kınalıada'ya yaklaştığında biraz hüzünlendim. Güzeller güzeli Kınalıada, benim en sevdiğim... Hüzünlü ve sessiz... Hrantı yok artık adanın. ‘Yok’ dedim, ‘dur bakalım, Hrant orada!’ Gülümsedim, yazın son günlerini yaşayan adaya baktım, Hrant'a bir selam verdi gönlüm... Doğum gününü kutladım.



Son vapurla dönerken de Adalı dergisinin eylül sayısı kucağımda, Necmi Tanyolaç’ın yazısını okuyorum:



“Burgaz... Lisedeki felsefe hocamızın deyişiyle ‘Aşk Adası’... Öyle olmasa, Sait Faik bu Ada’ya, bu Ada’nın insanlarına, kedilerine, martılarına ve cıvıl cıvıl Rum kızlarına aşık olur muydu?” diyor. Gülümsüyorum, ‘özgürlükler adası’ diye geçiriyorum içimden. Benim ruhumun özgürlüğü hissettiği, kanatlanıp uçtuğu ada...



Kınalıada’ya yaklaşıyoruz, can dostuma hem doğum günün kutlu olsun hem de yolun ışık olsun diyorum ışıl ışıl Kınalıada'ya bakıp bakıp...

Çarşamba, Şubat 14, 2007

Gecikmiş Bir Mektup



Karanlık kendi içinde ilerlerken
Hep karanlığa karışır.
Yetmez kolların sarmaya sevdiğini
Ararsın boşuna aydınlığı
Bir yaprak hışırtısı gibi
Rüzgârında dalların…

Gece kara
Gözler kara
Uyku kapkara

Kaçsan gitsen buralardan
Bu dipsiz derin kuyulardan
Siler bellekleri gece
Anlamsız kıvrımlarında hayatın
Ama inadına meyve verir ağaç

Sen yüreksizliğine ağla
Akıt gözyaşlarını
Yalancı düşlerin kuyusuna
Karanlığa…
(İstanbul, 20. 01. 2007)

Arşipel mavisi dolmuştu odaya.
Kadın dönüp yanında yatan adama baktı. Sol elini alnına koymuş uyumaya çalışıyordu Adam. Gülümsedi Kadın. Hava çok sıcaktı.
Kadın döndü ve gözlerini kapattı.
Bodrum kumaşı perdelerden süzülen ışığın rengindeki yastık kılıfına gömdü yüzünü. Bir müzik doldu odaya. Bir nefesli çalgının içe işleyen nağmeleri, derin bir hüzün ve dağları getirdi odanın içine. Bodrum kumaşı perdelerden süzülen ışığın renginde bir yer belirdi gözünün önünde. ‘Tanımadığım bir yer…’ diye düşündü. Küçücük bir çocuk belirdi. Siyah saçlı, kara gözlü, küçücük bir çocuk. Çıplak. Üzerinde sadece bir don vardı. Koştu çocuk minicik adımlarla. Belli ki yaramazın teki. Dereye girmeye koşmaktaydı hiçbir şeye aldırmadan.
Müzik durdu. Çok kısa bir sessizlikten sonra bir ud sesi duyuldu, sonra kanun girdi parçaya neşeyle. Güzel bir kadın sesi doldurdu odayı:

Meltem olurum hafif, eşsiz
Dağlardan inerim, kapında otururum
Sevginden yanmış şövalye gibi
Kılıcımı koyarım bağının kapısına

Ve sana bekçilik ederim gece gündüz
Yeter ki tez bağa gel yar can
Bakıp sana hasret gidereyim
Sevginden sarhoş öleyim kapında

İlkbahara döneyim, bağına gireyim
Bülbül gibi sarılayım gölüne
Binlerce oyunla yar, senin şahininim
Kapına gelmişim boyuna kurban

Müzik bozkırların ortasından kanunun nağmeleriyle odasına geri getirdi Kadını. Kadın gülümsedi ve tekrar gözlerini kapattı, gene o çocuğu gördü. Koşuyordu çocuk, ayağında donuyla, minicik adımlarıyla, güneşten kamaşmış gözlerini kısmış. Dereye gelince sulara dalmaya hazırlandı.

Adamın dirsek temasıyla uyuklaması son buldu. Dirsek bir daha geldi aynı yerine Kadının bu sefer bilinçli, hesaplı olarak. Adam kolunu uzatıp sarıldı Kadına. Kadın gülümsedi ve Adamın kolunun üzerine yattı. Adam sol elini alnına götürdü, uyumaya çalışır gibiydi. Kadın sırt üstü yattığı yerden Adamın yüzünü incelemeye başladı.

İlk tanıştıkları gün geldi Kadının aklına. Gülümsedi. Gittikleri lokantadaki o minicik kız geldi aklına, hani çiklet satan. Daha fazla gülümsedi. Asansörde kaldıkları an geldi aklına. Daha fazla gülümseyemeyecekti. İçini garip bir duygu doldurmuştu. Adama sevgiyle sarıldı. Gözlerini kapattı. Kokusunu içine çekti. Bu kokuya sıcağın ve odanın kokusu da karıştı. Çok güzel bir parfümün uyandırdığı o gizli hazzı duydu.

‘Biliyor musun’ demişti Kadın Adama, ‘bana her sene 17 Nisan’da çok özel bir hediye gelir.’ ‘Sana mı?’ diye sordu Adam biraz şaşkın. ‘Evet, bana’ dedi Kadın. ‘Ama senin doğum günün 17 Nisan’da değil ki, ne hediyesi bu?’ diye sordu Adam. ’17 Nisan Halikarnas Balıkçısı’nın doğum günü. Bana her sene kendi doğum gününde çok özel bir sürpriz yapar. Kendi doğum günümde alsam ondan olduğunu anlamam ki. Ben de her sene hiç aksatmadan 17 Nisan’da ona bir mektup yazarım. Ama bu sene yazamadım…’ dedi Kadın. ‘Gecikmiş bir mektup yaz sen de o halde’ dedi Adam Kadına. Gülümsedi Kadın. ‘Ama biliyor musun, bu sene verdiği hediye şu ana kadar aldıklarımın içinde en güzeliydi’ dedi Kadın. Adam dudaklarında muzip bir gülümsemeyle sordu: ‘Neydi bu seneki hediye?’ Bal gibi biliyordu gelecek cevabı, ama gene de sormuştu işte. Kadının yüzü aydınlandı: ‘Sen’ dedi Adama, ‘Sen… Seninle o gün tanıştık. İşte o gün yazmam gereken mektubu yazamadım. Neden bilemiyorum…’

Birden Kadının aklına asansörde kaldıkları gün geldi. İçini garip bir heyecan kapladı. ‘Şu asansörde bir kalırsak şimdi’ diye içinden geçirmişti o gün. Korkmuştu asansörün inişinden. Devamlı bozulan bir asansördü. Bir an için, aslında hiç de fena olmayacağını, belki çok da romantik bile olabileceğini düşünüp: ‘Keşke kalsak’ demişti kendi kendine. Adam yorgundu. Bir randevusuna gitmek zorundaydı, Kadın da eve gidiyordu. Beraber çıkmışlardı binadan. Adam asansörün duvarlarından birine başını yaslamış Kadına bakıyordu. Yorgundu gerçekten. ‘Keşke kalsak’ diye içinden geçirdiği an, asansör garip bir gürültüyle durdu katlardan birinde. Düşünüyordu Kadın, Adamın sükûneti çok hoşuna gitmişti. Hiç heyecanlanmadı, sevindiğini de belli etmemeye çalıştı fazla. Cep telefonunu kim bulduysa iyi etmişti, hep kötü anlarda gerekiyordu işte. Hemen telefon ettiler, şükür ki binada birileri vardı. İnsanlar haberdar edildi. Onlar canla başla asansörde kalan bu insanları kurtarmaya çalışırken, Adam Kadının beline doladı kolunu ve kendine çekip öpmeye başladı. ‘Ol dedim oldu’ geldi birden aklına Kadının ve asansör belli bir kata indirilip mi çıkartılıp mı, orasını hatırlamıyordu artık Kadın, kapısı açılana kadar o anların tadını çıkartmaya baktı.

‘Yazamadım mektubu bu sene’ diye tekrarladı Kadın, yüzünde Adamınkine benzeyen bir gülümseme ile. Kendine doğru çekti Adam Kadını. Yorgundu Adam, çok yorgun. Kadının kafasını göğsüne bastırdı her zaman yaptığı gibi ve Kadın her zaman olduğu gibi nefes alamayacak duruma geldi ve o an gene o küçük çocuk belirdi karşısında. Durdu çocuk. Ayağında bir don vardı. Küçücük ellerini yumruk yapmış, gözlerini kısmıştı. Ağzı gülümser gibi gerilmişti. Güneşten mi kısmıştı gözlerini çocuk, yoksa gülümsüyor muydu Kadına? Sonra koşmaya başladı gene her sefer olduğu gibi. Minicik adımlarla, ama oldukça hızlı. Dereye gelince durdu.


Kapı çaldı. Kadın koşup açtı kapıyı. Adam kapıda duruyordu. Kadının suratına bakmadan eşikten içeri bir adım attı. Gülümsedi. Kadına sarıldı. Sımsıkı… Kadın ne kadar özlemiş olduğunu düşündü Adamı. Adam Kadının dudaklarını kapattı dudaklarıyla. Nefes alamayacak hale gelene kadar kaldı dudakları Kadının dudaklarında. Sanki kenetlenmişlerdi. Sanki tek vücutlardı. Sanki aslında bu iki beden tekti de, birbirinden kopmuş, şimdi de tekrar birleşmiş, öylece kalmışlardı. Sanki zaman durmuştu. Olmayan zaman…

Sıcak, çok sıcaktı. Kadın kara bir gözlük takmıştı. Başında siyah dantel bir şal vardı yüzünün neredeyse yarısından fazlasını örten. Üzerinde de siyah bir etek ve ince bir süveter. Garip garip etrafına baktı. Sıcağı gördü ve bir de sarı rengi. Sanki çöl gibi bir yerdi. Birden bir kalabalık fark etti. Herkes sessizce yürüyordu. Kalabalık yaklaştı. Kadınlı erkekli bir kalabalık. Bir yerden geliyor ve bir yere doğru gidiyorlardı. Kimse konuşmuyordu. Merak etti Kadın ve biraz daha dikkatli baktı. Herkes sessizdi ve hatta üzgün. Yanlarına doğru gitti. Adımları hızlandı. İnsanların yanından geçiyordu ama sanki insanlar onu görmüyorlardı. Demek o kadar üzgündüler ki, duymuyor hatta görmüyorlardı onu. İnsanların kollarına dokunarak onlara nereye gittiklerini sormaya başladı teker teker. Ama kimse ona cevap vermiyordu. Dikkatle yüzlerine bakmaya başladı ve inanamadı. Tanıdığı yüzlerdi. Bu yürüyen grubun yanında koşar adımlarla öne doğru gitmeye başladı, her gördüğü yüzü tanıyor ya da tanıdığını sanıyordu. Kimilerini çok iyi hatırlıyor, kimilerini ise hayal meyal. Bazılarını bir yerlerden hatırlar gibi oluyordu. Hepsinde bir hüzün ve suskunluk, sessizlik vardı. Bayağı önlere doğru insanların arasında Adamı görünce rahatladı. O, Kadını nasıl olsa fark eder ve ne olduğunu söyleyebilirdi. İnsanları yararak Adamın olduğu yere doğru yaklaştı. Adama doğru bir hamle yaparak koluna yapıştı ve kuvvetle sarstı. Adam hiç oralı olmadı. 'Hey ne oluyor, baksana bana... Benim, ben!' dedi usulca Adama. Adam kıpırdamadı bile, sadece yürümeye devam etti. Duymamış, hatta görmemişti bile Kadını. ‘Bu ne biçim bir oyun?’ diye düşündü Kadın. ‘Rüya mı görüyorum, yoksa deliriyor muyum?’ dedi. Tekrar sarstı Adamı. ‘Lütfen cevap ver bana… Ne oluyor burada? Nereye gidiyorsunuz hepiniz?’ Ama cevap gelmedi. Adam boynunu bükmüş yavaş yavaş yürüyordu ve üzüntü vardı yüzünde. Adamın önüne geçerek yüzünü ona dönüp bileklerine yapıştı ve geri geri yürümeye başladı. Bir yandan da bağırıyordu. ‘Ne oluyor burada? Baksana bana lütfen. Benim, ben… Hey, size söylüyorum, hepinize, baksanıza bana. Ne oluyor size?’ Birden herkesin yüzündeki hüznü fark etti. ‘Niye herkes böyle sessiz ve üzgün?’ diye haykırdı. Adamın hüzünle kaplı yüzüne yalvarır gibi baktı. Adamın kollarını yavaşça bıraktı, sendeledi ve dizlerinin üzerine çöktü. Adam yürümeye devam etti. Kalabalık yürümeye devam etti. Yüzlerini tanıdığı, tanımadığı insanların bacakları geçiyordu yanından. Yavaş yavaş uzaklaştılar. Kadın başını öne eğdi, toprağın sarı rengi ve sıcakla baş başa kaldı.

Kadının kafası Bodrum kumaşı perdelerden sızan ışığın rengindeki yastığa gömüldü.

Küçük çocuk yumruklarını sıkmış, gözleri güneşten kamaşmış duruyordu. Yavaşça gözlerini açtı, simsiyah gözleriyle Kadına gülümsedi ve arkasını dönüp koşarak uzaklaştı.

Kadın müziği duydu… Şarkının sonuna eşlik etti hafif sesle:

Bakıp sana hasret gidereyim
Sevginden sarhoş öleyim kapında…

Perşembe, Ocak 25, 2007

Güvercinime Güvercin Postası (Hrant'ın Ardından)









Hrant,

Beni vurdular. Sana isabet etmeyen o dördüncü kurşun geldi tam benim kalbimin orta yerine girdi ve paramparça etti kalbimi, sonra da yoluna devam edip beynime saplandı. Orada duruyor. Hiç çıkmayacak.

Beni de vurdular Hrant. Senin vurulduğun an, beni de vurdular.

Seni tanıyan, tanımayan, anlayan, anlamayan, anlayamayan herkes bir şeyler yazdı. Dedim ki, şimdi sıra bende. Dedim ki, ben de sana yazmalıyım.

Çarşamba akşamı evde bir yazı buldum, bunu Hrant’a göstermeliyim, yarın telefon ederim diye düşündüm. Sonra dedim ki, şimdi Çarşamba akşamı iş uzun sürmüşse Perşembe günü belki gelmez Hrant gazeteye, Cuma ararım. Çok içim sıkılıyordu Perşembe günü. İstanbul Rehberler Odası’nda Basın Yayın odasındaki arkadaşlarla paylaştım sıkıntımı. Onlardan biri, Özlem de ne kadar içinin sıkıldığından dem vurdu.

Cuma günü Taksim’de arkadaşım Çimen’in ofisinde bir yazı hazırlıyordum, bitirdim, telefonum çaldı. Saat öğleden sonra üçü biraz geçiyor. Tülay’dı arayan. Ortak dostumuz, arkadaşımız Tülay, senin bin senelik arkadaşın, bizi bin sene önce tanıştıran Tülay. Normalde sevinirim o aradığında. “Ne iş?” demişim yüksek sesle. Telefonu açmaya çalışırken kapandı. Şaşırdım. Telefonu açtım, tekrar çaldı. Kardeşim Zeynep arayan bu sefer. Ağlıyor telefonda, sesi berbat: “Nükhet” dedi “Hrant’ı vurmuşlar! Agos’un önünde vurmuşlar…”

Nasıl haykırdığımı, kendimi nasıl duvarlara vurduğumu hatırlıyorum. Aynen bundan tam dört sene önce yeğenim, kız kardeşimin oğlu Caner’in artık yaşamadığını bana söylediklerinde hissettiklerime çok benziyordu o anki duygularım. Kendimi duvarlara vuruşum, haykırışım ve en garibi de, bir şekilde olayı algılayamıyor olmam. Gerisini pek hatırlamıyorum. Kendimi bir sandalyede buldum, yanımda Çimen beni sakinleştirmeye çalışıyor. Tülay tekrar aradı. Katıla katıla ağlıyor ve “Nükhet, televizyonda görüyorum öylece yerde yatıyor, ne olur git yanına, onu yolcu et!” diyor bana. Ben de ağlıyorum, “Nasıl olur?” diyorum, “Kaldırmışlardır” diyorum. “Hayır, hâlâ yerde yatıyor. Ne olur git, ben yetişemeyeceğim, sen onu yolcu et!” diyor. “Gidiyorum Tülay” diyorum. “İnşallah ben gitmeden kaldırmazlar.” “O seni bekliyor Nükhet, lütfen git, yetişeceksin, onu yolcu etmeni bekliyor” diye haykıra haykıra ağlıyor.

Kendimde değilim. Allahtan Çimen soğukkanlı ve hemen üstünü giyip bana eşlik ediyor. Biz yürüdükçe arkamızdan yavaş yavaş yolları kapatıyorlar. Bir tane araba geçmiyor, taksi bulmak mümkün değil. Yürüyoruz, küfür ediyor, lanet okuyorum, ağlıyorum, bağırıp dövünüyorum. “Bekle beni Hrant!” diye bağırıyorum. Yetişirim inşallah diye dualar ediyorum. “Yolun ışık olsun!” diye bağıra bağıra, böğüre böğüre koşturuyorum.

Yetiştim… Ambulans duruyor önünde. Arkasında yerde yatıyorsun. Üzerine beyaz bir kâğıt örtmüşler. Ben seni ‘dağ gibi adam’ diye anlatırdım her zaman. O dağ gibi adam şimdi öyle savunmasız, bir bebek gibi yerde yatıyor. İnanamıyorum. Birkaç dakika sonra seni siyah bir torbanın içine koyup sedyeye yatırıp ambulansa yüklerlerken buna yüreğim dayanmıyor. Sanki ben de ölmüşüm de başka bir yerlerden bu olayı seyrediyorum gibi geliyor bana. “Yolun ışık olsun Hrant!” diye avazım çıktığı kadar bağırıyorum. İnsanlar alkışlarla uğurluyorlar seni. Ambulans gidiyor.

Yetiştim, en azından seni yolculayabildim. Ama ne fayda? Kalakalıyorum öyle yolun ortasında. Bitkin, perişan, kanadı kırık hissediyorum.

Orhan Alkaya’yı görüyorum. Bir başka ortak dostumuz. Biz kötü gün dostuyuzdur Orhan’la. Karşı karşıya duruyoruz, beti benzi atmış. Onu hiç böyle görmemiştim. Muhtemelen o da beni. Bilirsin Orhan’ın kitabını Hrant, ‘Türkiye Hâlâ Mümkün!’ Ben zaman zaman ona sorarım, “Orhan Türkiye sence hâlâ mümkün mü?” diye. O da her seferinde “Tabiî ki, bu memleket bizim.” diye cevap verir.

Yanına yaklaşıyorum, bana sarılıyor, ağlıyorum: “Gitti Hrant’ımız Orhan, gitti!” Sonra biraz geri çekilip: “Orhan, sen bu memleketten hâlâ umutlu musun?” diye sessizce soruyorum. İki elinin işaret parmaklarını havaya kaldırıyor, beti benzi atmış yüzüne inanılmaz kızgın ama bir o kadar da kararlı bir ifade yerleşiyor: “Bu memleket bizim memleketimiz, bu memleket Hrant’ın memleketi, faşistlerin değil, bu cinayeti işleyenlerin değil. Onlar gidecek. Onlar kaybedecekler” diyor ve beni biraz kendime getiriyor.




Hrant,

Seninle tanışıklığımız anında sıcacık bir dostluğa, tarif edilemeyecek, kelimelerle ifade edilemeyecek bir arkadaşlığa dönüştü. Ne zaman seni düşünsem, yüzündeki yaramaz küçük bir çocuğunkine benzeyen o muzip ifade ve dudaklarının ucundaki o hafif tebessüm gelirdi hep aklıma. Sen doğruluğun, dürüstlüğün, karşılıksız sevginin, dostluğun, arkadaşlığın, can olmanın sembolüydün. İnsana öyle bir ‘canım’ derdin ki, bir can daha çıkardı içinden sanki.

Ben senden çok şey öğrendim Hrant. Bazı değerlerin ne kadar önemli ve doğru olduğunu ve ne olursa olsun bunlardan asla taviz verilmemesi gerektiğini örneğin. Sonra, bir şeyin nasıl araştırılması, bir bilginin nereye ve nasıl yerleştirilmesi gerektiğini, yanlışı doğrudan nasıl ayıracağımı, tüm bunları ben senden öğrendim. Ve daha nice sayısız güzelliği…

Sen öylesine yüce gönüllüsün ki. Hiç unutmam, 1999’un aralık ayında Ermenistan’a bir gezi yapmıştım. Dönünce bir yazı yazmamı istedin gazeteye. Geziyi yazmamı istemiş ve beni serbest bırakmıştın. Çok şaşırmış ve bir o kadar da mutlu olmuştum. O gezi yüzyılın son gezisi, o yazı da yüzyılın son yazısı olacaktı benim için. Hayatta yazarken en zevk aldığım yazılardan biriydi o yazı. Nitekim Agos’un yüzyılın son gününe denk gelen sayısında yayınlamıştın yazımı. 31 Aralık 1999’da. http://www.izedebiyat.com/yazi.asp?id=21878 “Ne var ki bunda?” der şimdi belki birileri. O zamanlar genelde fevkalâde bir durum olmadığı takdirde mutlaka ama mutlaka gazetenin son sayfası senindi, her ne kadar köşe yazın sondan bir önceki sayfada da olsa. Bana yüzyılın son sayısında kendi sayfanı, gazetenin son sayfasını vermiştin. Rahatlıkla gazetenin içinde bir yerlerde de çıkabilirdi yazı. Ama hayır!

Sen böylesin işte Hrant, bir şeyi beğendiğini sözlerinle değil, yaptıklarınla, tavırlarınla ifade etmek özelliğin senin. Bunu, bu yüce gönüllülüğü asla unutamam. Unutulamayacak çok yüce gönüllülüğün var da, bu onlardan yalnızca bir tanesi.


Hrant,

Ben sana hep ‘güzel adam’ diye hitap ederdim, sen de o herkesin çok sevdiği ses tonun ve hafif edalı, nazlı, birazcık da sana çok yakışan o şeker şımarık tavrınla: “bana güzel adam deme; iyi adam de, doğru adam de, ne bileyim…” diye başlayan itirazlarına benden aynı ses tonu ve tavırla: “Ben ne diyorum ki zaten? Tüm o muhteşem sıfatları ‘güzel’ sözcüğü içinde barındırıyor” diye cevap alırdın.

Kızardım birilerine, sana ya da birilerine edilen bir lafa ya da yapılan bir haksızlığa. Arardım seni, anlatır derdimi dökerdim, sen sakin sakin ‘boş ver’ derdin, ‘sağ ol’ derdin, belki benim yerine oturtamadığım bir iki taşı oturtup beni sakinleştirirdin.

Ama öyle bir gün geldi ki, ben bile kendimi tutamadım ve bu konuyu kaleme dökmeye karar verdim. AGOS Gazetesi 26 Şubat 2004 Perşembe günü bir saldırıya uğradı. Zaten tehditler alıyordun zaman zaman o dönemler. Bu korkunç olay sonun başlangıcıymış. Ben de, nasıl bir içgüdüyse bu, kaleme sarılıp yazmışım her şeyi göze alarak. http://www.izedebiyat.com/yazi.asp?id=23270 Belleksiz bir toplum olduğumuz için bazı şeyleri defalarca hatırlatmak gerekiyor ne yazık ki… Şimdi o yazıyı tekrar tekrar okuduğumda aslında herkesin seni nasıl yalnız bıraktığını görüyor ve kahroluyorum.

Çok içim yanmıştı o zaman Hrant. Sen barış adamıydın, sen dostluk, kardeşlik, birlikte yaşamak, eşitlik kavramlarını en güzel anlayan ve anlatan adamdın. ‘Güzel’ adamdın işte. Ah be Hrant, sen o kafadasın diye Türkiye’yi de mi 40. yüzyılda falan yaşıyor sandın? Yılmadın, korkmadın, kaçmadın, bıkmadın ve 40. yüzyılın kafasının tohumlarını ektin. Bedeli çok ağır oldu sana da, bizlere de.

Bir tek Türkiye değil, tüm dünya çok önemli bir aydınını kaybetti 19 Ocak 2007 Cuma günü. Ben seni bir Cuma günü bulmuştum Hrant ve yine bir Cuma günü kaybettim. Bu nasıl bir acıdır anlaman mümkün değil.

İnşallah aklın buralarda kalmamıştır ama biliyor musun, sen kurtuldun aslında bu pislikten, bu iğrençlikten, bu rezaletten kurtuldun. Bizler de kendimize ağlıyoruz belki de burada senin ardından.


Hrant,

Bir insanın ancak çok yakınını kaybettiğinde duyabileceği acıları yaşattın bana gidişinle. Daha geçen gün kız kardeşimle yeğenimin kaybını konuşuyor ve diyordum ki, “Caner’den ötesi var mı Zeynep, var mı? Yok!” diyordum.

Büyük konuşmuşum Hrant. Ötesi varmış! Çok canım yanıyor, çok acıyor içim.

31 Aralık 1999 tarihli Agos’a bakıyorum. İkimizin yazısının arka arkaya sayfalarda durduğu sayıya. Gene eşitliği vurgulamış ve iyi bir yıl, iyi bir yüzyıl, iyi bir binyıl dilemişsin kendi köşe yazında. Bir kez daha acıdı içim!

Seni çok kırdılar Hrant, o dünya güzeli, kocaman yüreğini çok kırdılar. Küskün gittin sen. Ben en çok buna yanarım.

Seni vurduklarında ben de vuruldum. Sana isabet etmeyen o dördüncü kurşun geldi tam benim kalbimin orta yerine girdi ve paramparça etti kalbimi, sonra da yoluna devam edip beynime saplandı. Orada duruyor. Hiç çıkmayacak.

Hrant,

Belki herkes “böyle uğurlanmak kime nasip olmuş?” diyordur ama ben seni bu şekilde yolcu etmeyi hiç istemezdim can dostum, canım arkadaşım.

İyi ki tanıdım seni. İyi ki dost olduk, arkadaş olduk. İyi ki hayatımdan geçtin Hrant! Benim için hep var olmaya devam edeceksin barış güvercinim. Bu nedenle de, iyi ki varsın diyorum.

Yolun ışık olsun!




LinkWithin

Related Posts with Thumbnails