Cumartesi, Aralık 22, 2012

Güneşe Yazılan Yazılar - 4


ÇAĞ TUFANI



Nice mutlu yıllara... İyi ki doğdun, iyi ki varsın...

***


Güneş son ışıklarıyla akıllara durgunluk veren bir renk cümbüşü yaratmıştı Mezopotamya ovasının üstünde.

Renkler güneşe tapınır gibi dans ediyorlardı.

Çocuklar top oynamayı, tarladaki adamlar ellerindeki orakları, kadınlar terasta astıkları çamaşırı, yaptıkları yemeği bırakmış ellerini gözlerine siper etmiş ovadaki bu dansı seyrediyorlardı hayran hayran.

Mezopotamya ovasında zaman durmuştu sanki...

***

Göklere yükselir gibi uzanan bir taş binanın yüzlerce yıllık güzel ahşap kapısı iki yana açıldı yavaşça. Gözleri kör edecek kadar kuvvetli bembeyaz bir ışık yayıldı her bir yana. Bir kadın çıktı ışığın içinden. Bembeyaz bir elbise vardı üzerinde. Gözünde de beyaz bir bant. Yavaşça yürüdü. Çıplak ayaklarını dikkatle basıyordu yere.  Bir iki adım attı ve durdu. Sanki bir şeyler görmeye çalışır gibi başını hafifçe yukarı kaldırdı, ardından da sağ elini. Kadın elinde bir terazi tutuyordu iki kefesi de aynı hizada duran. Işık arttı, bir rüzgâr esti, kadının saçlarını dağıttı. Rüzgâr kuvvetlendi, yerden kalkan tozlar kadının etrafında dönmeye başladı. Kadının saçları uçuyor, etekleri yerden hafifçe havalanıyor, elindeki terazi sallanıyordu. Birden kadının arkasındaki kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Ortalık karanlığa gömüldü.

***

“Kızma sarı Kraliçem, o tatlı gülümsemenle iyi geceler dile bana” dedi ovaya bakarak oturduğu yerden Adam.

Kadın bozulmuş gibi dudağını bükerek saçına dokundu elleriyle, kaşları çatılmıştı üzüntüyle.

Adam bunu fark etti gözünün ucuyla ve ovaya bakmaya devam ederek Kadının elinin üstüne elini koyup hafifçe okşayarak gülümsedi ve “Ovaya diyorum, Mezopotamya’ya…” dedi.

Kadın ellerini çenesine dayayıp uzaklara baktı.

Güneş iniyordu ufukta.

“Birazdan denize dönecek her yer” dedi Kadın gülerek ve güneşe bakmaya devam ederek.

“Karanlıktan sonra hangi renkler gelir biliyor musun?” diye sordu Adam.

Kadın güneşe bakmaya devam ederek “Bilmiyorum…” dedi.

“O halde gözlerini kapat…” dedi Adam.

Kadın gözlerini kapattı.

“Ne görüyorsun?” diye sordu Adam.

“Güneşi…” dedi Kadın gülümseyerek ve gözleri kapalı.

“Hile yaptın…” dedi Adam.

Kadın gözlerini açtı,  muzip bir şekilde gülerek omuzlarını silkti.

“Haydi, bu sefer hile yapmak yok” dedi Adam, “kapat gözlerini…”

Kadın gözlerini kapattı.

“Suyun içine dal şimdi de… Bakalım ne göreceksin…” dedi Adam.

Kadın gözlerini açtı. Şaşkın şaşkın bakıyordu Adama: “Ne suyu?” diye sordu.

“Bu ovanın suyla kaplandığını düşün, her yerin suyla dolduğunu, tufan olduğunu…” dedi Adam.

“Tufan mı?” diye sordu şaşkınlıkla Kadın.

***

Çıplak ayaklarını dikkatle yere basıyordu kadın. Yavaş yavaş ilerlemeye başladı rüzgârın içinde. Sağ elinde terazisini tutuyordu. Gözleri bağlıydı. Beyaz uzun elbisesi uçuşuyordu. Kollarını iki yana kaldırdı, terazisi rüzgârda uçtu elinden. Biran durdu kadın, sonra gülümsedi. Elbisesi kol bileklerinden aşağıya doğru dümdüz iniyor ve rüzgârda oraya buraya savruluyordu. Kadın kolları iki yana açık yürümeye devam etti.

Toprak ıslanmaya başlamıştı, yürümekte zorlanıyordu. Etekleri ıslak toprağa değiyor ve kirleniyordu. Beyaz renk garip bir kahverengine dönüşüyordu.

***

“Evet, tufan” dedi Adam Kadına bakarak.

“Tufan neden olur ki?” diye sordu Kadın sesini alçaltarak.

“Aslında bir cezadır tufan haksızlıklara, adaletsizliklere karşı. Doğanın bir isyanıdır. Tufan temizler tüm bu adaletsizlikleri, kötülükleri. Dünya ilk baştaki haline döner. Yenilenir. Temizlenir. Eskimiş her şeyin sonudur. Başa, özüne döner her şey” dedi Adam.

Kadın gülümsedi “Nuh tufanı gibi” dedi.

“Evet” dedi Adam, “daha pek çok tufan hikâyesi var bu topraklarda sayabileceğin; ‘Gılgamış Destanı’nda olduğu gibi, sayısız, sonsuz hikâye var ararsan”

“Ben de bir tane biliyorum” dedi Kadın gülerek “Philemon’la Baucis hikâyesindeki gibi”

“Dedim ya, saymakla bitmez” diye gülümsedi Adam Kadına.

***

Kadının ayak bileklerine çıkmıştı su. Kollarını iki yana açtı ve kendi etrafında dönmeye başladı.  Rüzgâr saçlarını uçuruyordu.

Kadın yürümeye başladı gene. Sular da yükselmeye devam ediyordu. Artık zorlanıyordu iyice yürürken. Sular beline kadar yükselmişti.

***

“Peki neden tüm o efsanelerde hep sonunda bir iki kişi ve belki bazı hayvanlar kurtulur? Herkes mi kötü? Adalet bu mu?” diye sordu Kadın.

“Su ne bulursa alıp götürür. Yoktur adaleti şaha kalkınca. Suya gömülünce adalet mi kalır? Sular kaplayınca etrafını, karanlığın içine gömülür dünya bir anda. Işığa çıkmak için uğraştıkça girdabında boğulur suyun…” dedi Adam.


“Ben anlamadım” dedi Kadın önünde uzanan Mezopotamya ovasına bakarak “kendini mi temizliyor, insanlığı mı kurtarmaya çalışıyor dünya?”

“Hiçbir şeyin onu karanlığa sürüklemesine izin vermezse, hep ışığı takip edip, yüzünü güneşe dönerse, karanlıkta bile güneşi ararsa kurtulur insanlık…”

“Hoşgörü mü?” diye sordu Kadın.

“Hayır” dedi Adam, “kabul etmek…”

Kadın Adama baktı soru soran bakışlarla.

“Adalet ancak böyle gelir, karanlıkla ışığın arasındaki mücadele ancak böyle biter” dedi Adam.

“Işık kazanır…” dedi Kadın uzaklara bakarak.

“Evet” dedi Adam ve ekledi “kötülük kaosu doğurur ve sonra dinginleşir. Ama her sefer bir çağ tufanıdır yaşanan.”

***

Kadının göğsünden yukarıya çıkmaya başlamıştı sular. Kollarını iki yana açmış dönüyordu etrafında.

Gözlerindeki bant duruyordu, saçları savruluyordu rüzgârdan.

***

“Ruhlar için ölümdür suya dönüşmek ve ruh yeniden doğar sudan…” dedi Adam.

“Anka’nın küllerinden doğduğu gibi” dedi Kadın.

Kadın oturduğu yerden kalktı, ovanın üstünde kaybolan güneşe bakmaya başladı. 

Adam da yerinden kalkıp Kadının yanına geldi ve omzundan tutup kendine doğru çekti.

“Karanlıktan sonra hangi renklerin geldiğini anladın mı şimdi?” diye sordu Adam Kadına.

Kadın başını Adamın omzuna yasladı ve batan güneşe bakmaya devam ederek “Galiba…” dedi.

***

Uzaktan bir müzik sesi duyuldu. Güzel bir melodi sardı etrafını kadının. Başını göğe kaldırıp gülümsedi. Bir erkek sesi melodiye eşlik ediyordu şarkı söyleyerek:

Kızma bana sevdiceğim, gözümün nuru,
Kızma bana, uzak diyarlara gittiğim için gözbebeğim
Kuş olup geleceğim tekrar senin yanına.
Pencereni aç sarı kraliçem,
O tatlı gülümsemenle iyi geceler dile bana
Kızma bana sevdiceğim, gözümün nuru,
Kızma bana, seni bıraktığım için gözbebeğim
Yaklaş ki seni görebileyim
Sana veda edebileyim”

Sular kadının başının üstüne çıkmış tüm ovayı kaplamıştı. Kadın suyun dibine doğru çekilirken gözünde bant, kolları iki yana açık kendi etrafında dönüyordu hâlâ.

***

Ovanın üstünde renklerin dansı bitmişti. Çocuklar toplarını alıp evlerine doğru yürüdüler, tarladaki adamlar oraklarını sırtlarına vurup evlerine doğru yola çıktılar, kadınlar çamaşırlarını toplayıp, yemeklerini ateşten alıp yer sofralarını kurdular.

Güneş kızıla boyadığı taş evlerin üzerinden herkese veda edip yerini geceye bırakmaya hazırlanıyordu. Yavaş yavaş ufukta kayboldu. Mavinin tonlarına boyandı ova, her geçen dakika koyulaşan o mavinin tonları, Mezopotamya ovasını biraz sonra koskoca bir denize çevirecekti.

Not: "Güneşe Yazılan Yazılar" yazı dizim Ahmet Güneştekin'in "Yüzleşme" sergisindeki eserlerden esinlenerek yazılan yazılardan oluşmaktadır.

Bu hikâye, sanatçının "Çağ Tufanı" adlı eserinden esinlenerek yazılmıştır.

Hikâyede bahsi ve sözleri geçen şarkı, Georges Dallaras'ın söylediği Stavros Kougioumtzis'in ölümsüz eseri "Mi mou thimonis matia mou"dur.

Perşembe, Aralık 06, 2012

Güneşe Yazılan Yazılar - 3


GÜNEŞE AŞK


Güneş yakıyordu sarı sıcak topraklarını Mezopotamya’nın…

Kadın, Adama baktı, çayından bir yudum alıp: “Sıcak” dedi.

Adam önündeki kahve fincanının sapından tutup, tabağın üstünde sağa sola çevirerek ve fincana bakarak: “E bekle, içme hemen” dedi.

Kadın gülümsedi Adamın fincanı tutan eline bakarak. “Çay değil hava” dedi çay bardağını ince belinden kavrayarak tabağına koyarken.

Adam başını kaldırıp Kadına baktı. Kadının saçındaki incecik bir örgüye tutturulmuş olan tavus kuşu şeklindeki altın toka, üstüne vuran güneş ışıkları ile ışıldadı. Adam gülümseyerek elini tokaya uzattı ve dokunup fısıldar gibi: “Tavusê Melek” dedi. Kadının gözleriyle buluştu gözleri. Gülümsediler ikisi de. Adam başını çevirip uzaklara baktı: “Evet, hem de çok sıcak” dedi, “Sıcak… Sarı sıcak…”

Kadın Adamın baktığı yöne, önünde uzayıp giden Mezopotamya ovasına doğru çevirdi bakışlarını. Hafif bir sesle “sarı sıcak” diye tekrarladı

Kadın dirseklerini masaya koyup ellerini çenesine dayadı. Gözlerini kapadı ve hafif hafif sağa sola doğru sallanırken yüzüne bir gülümseme oturdu.

Adam Kadına baktı ve gülümsedi… “Ne o?” dedi, “Daldın gittin”.

Kadın gözlerini açtı, kollarını kavuşturdu masanın üstünde, gülümseyerek Adama baktı: “Gözümün önüne ayçiçeği tarlaları geldi” dedi. “Tüm Mezopotamya ovasını kapladıklarını hayal ettim.”

“Mezopotamya ovasını mı?” diye sordu hayretle Adam.

***

Ayakları çıplaktı Kadının. Üzerindeki beyaz düz elbisesinin etekleri yerlere değiyordu. Toprak sıcaktı, taşlar çıplak ayaklarını acıtıyordu. Önünde uzayıp giden ovaya baktı. Kızıl saçları omuzlarına dökülüyordu. Ufuk çizgisinde yükselmeye hazırlanan güneşin ışıkları aydınlatıyordu ortalığı.

Kadın yavaş adımlarla yürüyordu. Dikkatle basıyordu ayaklarını yere. Yanıyor muydu, acıyor muydu ayakları?

Yürüdüğü yol üzerinde sağ tarafta bir çeşme vardı. Çeşmeye baktı ve oraya yöneldi.  Çeşmeden cılız bir su akıyordu. Yaklaştı Kadın, eğildi, önüne düşen saçlarını arkaya atıp ellerini birleştirip avuçlarını açtı ve suyla doldurdu,  yavaşça içti suyu…

Tekrar uzattı avuçlarını akan suya ve suyla doldurduğu ellerini yüzüne götürüp tüm yüzünü ıslattı. Tekrar uzattı avuçlarını suya ve bu sefer boynuna götürdü ve ensesine doğru hareket ettirdi ellerini, boynunu ve ensesini ıslattı.

Hafifçe doğruldu yerinde… Yürümeye devam etti…

Epeyce yürüdü Kadın… Artık gözünün önünde uzayıp giden ova ve ufukta yükselmeye hazırlanan güneşin ışıkları dışında bir şey görünmüyordu.

Kadın yürüyor,  güneş yavaş yavaş yükseliyordu.

Güneşin karşısına geçti Kadın. Mezopotamya ovasını bir renk cümbüşü sarmak üzereydi.

Ellerini göğsünde bağlayarak durdu.

“Ey Şê Şims, bizi kötülüğe ve düşmanlığa karşı koru!
Tanrı milletime karşı merhametli ol!
Tanrı, milletimi çoğalt!
Tanrı, çocuklarımızı koru!
Tanrı, sürülerimizi koru!
Tanrı, şehadetimiz Tavusê Melek’in adıdır!” dedi ve biraz durakladı, başını sağa doğru eğip göğsüne doğru indirip dizlerinin üstüne çöktü, secde etti ve yeri öptü.

Kadın yavaşça dizlerinin üstünde doğruldu ve yerinden kalkmadan güneşe bakmaya başladı.

Güneş yavaş yavaş yükseliyordu. Birazdan herkes uyanacak, işine gücüne koşturacak, sabanlar tarlaları sürecek, çocuklar bağırıp çağıracak, güneş ovayı sanki usta bir ressamın fırçasından çıkmışçasına baştan aşağıya bir renk cümbüşüne çevirecekti.

Uzunca bir süre öyle kaldı oturduğu yerde Kadın. Güneşin ufukta yükselmesini, ovayı renkten renge boyamasını seyretti.

Ne kadar kaldı oturduğu yerde ki, güneş yakmaya başladı tüm ovayı, sıcaklığı ve gittikçe açık bir sarıya dönen ışığı ile ovanın üstünde yükseldikçe yükseldi.

Tam doğrulmaya hazırlanıyordu ki, sağ omzuna dokunan bir el onu durdurdu. Kadın oturduğu yerde kaldı, dizlerinin üstünde.

Sağ omzundaki el sıkıca kavramıştı omzunu. Kadın başını çevirip omzundaki ele baktı. Gülümsedi ve güneşe bakmaya devam etti oturduğu yerden.

Omzundaki elin teması hafifledi ve elin sahibi elini çekti.

Adam, Kadının arkasından önüne geçti ve tam karşısına geçip ayakta durdu.

Artık Kadının baktığı yerde, tam güneşin önünde duruyordu Adam.

Kadın, Adamın yüzüne baktı. Adamın katran karası saçlarının etrafını hale gibi çevreleyen güneşin ışıkları gözünü alıyor, Adamın yüzünü tam olarak görmesini engelliyordu Kadının.

Adam gülümsedi, “Klity” dedi.

Kadın şaşırdı ve durakladı. Yüzünü buruşturarak ve Adamın yüzünü görmeye çalışarak “Ne?” diyebildi hafifçe?

Adamın gülümsemesi tüm yüzünü doldurdu.

“Güneş çiçeği” dedi Adam.

Kadın etrafına, başını arkaya çevirip arkasına ve sonra da Adama dönüp soru soran gözlerle baktı.

Adam gülümsemeye devam ederek “Bilmiyor musun bu hikâyeyi?” diye sordu.
Kadın yüzünde kırgın bir ifadeyle dudaklarını büküp, omuzlarını silkti ve önüne eğdi başını.

“Klity güzel bir köylü kızıdır” diye başladı Adam anlatmaya yumuşak bir ses tonuyla. Kadın başını kaldırıp Adama baktı ve dinlemeye başladı.

Adam gene gülümsedi “Efsaneye göre tanrılardan biri olan Apollon, yani güneş, her gün ateş saçan arabasıyla göklerden geçerken, bu güzel kız, güneş tanrısını görür ve ona âşık olur.”

Kadın dudaklarını büktü ve kaşlarını çatarak Adama baktı. Adamın başının etrafını bir hale gibi çevreleyen güneşin ışıkları katran karası saçlarının üstünde bin bir oyun yapıyordu. Kadın bu ışık oyununa gülümseyerek baktı.

Adam anlatmaya devam etti. “Güzel kız o kadar utangaç, o kadar çekingenmiş ki, güneşe sevgisini bir türlü söyleyemezmiş. Sabahtan akşama dek toprağın üstüne oturur, güneş tanrısı gökler boyunca gezip dururken gözlerini ondan ayırmazmış.”

Kadın oturduğu yerde başını öne eğip üzerinde oturduğu toprağa baktı, ellerini toprağın üstüne koyup parmaklarını toprağın bağrına geçirdi ve avucunda sıcak toprağı hissetti. Yumruk haline getirdiği avuçlarındaki toprağı sıkı sıkı tuttu ve başını kaldırıp Adama baktı.

“Kız hep güneş nereye gidiyorsa ardından oraya bakarmış. Güneş tanrı gidip karanlık bastığında ise üzüntüsünden başını önüne eğer ve sabaha kadar öyle beklermiş güneş tanrının gelmesini. Zavallı kızcağız böyle güneşe baka baka ne olmuş biliyor musun?”

Kadın ellerini açmadan yumruklarını göğsüne götürdü ve hayır anlamına gelecek şekilde başını iki yana salladı Adama bakarak.

Kadın, Adamın başını bir hale gibi çevreleyen güneş ışığının katran karası saçlarının üzerindeki yeni oyunlarına gülümsedi.

“Yüzünü hep güneşe çeviren ‘güneş çiçeği’ olmuş.”

Kadın, Adamın gözlerinin içine bakmaya çalışırken, Adam sağ eliyle Kadının çenesini hafifçe kavrayarak kendine doğru çekti. Kadın elin hareketine uyarak bir kuş gibi ayaklarının üzerine dikildi yumrukları göğsünde ve sıkılı olarak.

Kadın utangaç bir şekilde Adama baktı. Adam Kadını kendine çekti. Kadının yumrukları ikisinin arasında duruyordu şimdi. Yumruklarını sıkmaya devam etti Kadın.

Adam eliyle Kadının çenesini kaldırdı kendine doğru. Gülümsedi. “Klity” dedi yumuşacık bir ses tonuyla, “güneş çiçeğim, Mezopotamya Kraliçem benim”

Adam Kadına sıkıca sarıldı, Kadın gözlerini kapattı. Adamın dudakları Kadının dudaklarına değdiği an büyük bir sıcaklık hissetti Kadın, yanıyordu sanki. Gözleri kapalıydı ama büyük bir aydınlık sardı ortalığı aniden, bembeyaz bir aydınlık. Kadının elleri açıldı ve içindeki toprak ikisinin de vücutlarına değerek yere dökülmeye başladı.

***

Kadın gözlerini açtı. Bir ayçiçeği tarlasının ortasındaydı. Her taraf ayçiçeği doluydu. Ufka kadar, boylu boyunca, ayçiçeklerinden başka hiçbir şey yoktu sanki. Gökyüzündeki güneşin yakan, kavuran sıcağı ve ayçiçekleri…

Kadın ayçiçeklerine baktı, hepsi aynı yöne çevirmişlerdi başlarını. Gülümsedi. O da başını ayçiçeklerinin baktığı yöne çevirip baktı. Güneşin ışığı gözlerini aldı.

Kollarını iki yana açıp güneşin olduğu yöne doğru yürümeye başladı. Yürürken aralarından geçtiği ayçiçeklerine dokunuyordu elleriyle.

***

“Neden ayçiçeği derler ki?” dedi Adam kahvesinden bir yudum alarak.

Kadın çayını bir dikişte bitirdi. “Bilmem” dedi. Kahveci hemen Kadının boş çay bardağını alıp yerine yeni çay bıraktı.

“Günebakandır esas adı halbuki, kimileri de gündöndü der. Bildiğim, hiçbir dilde de ayçiçeği denmediği. Güneş çiçeği işte!” dedi Adam.

Kahvesi bitmişti. Kahveci yaklaştı yanlarına. Adamın boş kahve fincanını aldı ve yerine ona sormadan bir çay bıraktı.

Adamla Kadın birbirlerine bakıp gülümsediler.

“Bu da bu topraklara has bir şey işte. Sormadan etmeden çayı koyuveriyorlar önüne. İçmezsen olmaz…” dedi Adam ve şekerlikten aldığı şekerlerden attı çaya.

“Belki ayçiçeği de bu topraklara has bir şeydir” dedi Kadın uzaklara bakarak.

“Nasıl yani?” diye sordu Adam çayına attığı şekerleri karıştırırken.

“Mitolojide güneş erkek, ay kadın değil midir?”

Adam soru sorar gibi baktı Kadına. “Güneş tanrı yüzünden, ona olan aşkı yüzünden çiçeğe dönüşmemiş midir genç kız efsaneye göre?” dedi Kadın.

Çay bardağını belinden kavradı Adam ve Kadına bakarak “Evet de…”  dedi.

Kadın sanki birazdan kahkaha atacakmış gibi gülümsedi: “Aslında o efsane şöyle devam eder belki de” diyerek uzaklara baktı ve anlatmaya devam etti.
“Çiçeğe dönüşmüş olan zavallı kızcağız gece olup da güneş tanrı ortalıktan kaybolunca boynunu büküp oturur. Bütün gece ayın ışığında ayaza kesen gecenin bitmesini, sabah olmasını, güneş tanrının ufukta görünmesini bekler.”

Kadın ayağa kalktı ve kahvenin terasının ovaya bakan tarafındaki parmaklıklara dayanıp kollarını göğsünde kavuşturdu. Adam da elindeki çay bardağını tabağa bırakıp Kadının yanına gitti. Kadın, Adamın geldiğini görünce korkuluklara tutunup uzaklara bakarak anlatmaya devam etti:

“Ay ışığı ısıtmaz zavallı çiçeği, üşütür içini. Ruhunu üşütür. Sabah olsun, sevdiceği görünsün diye bekler. Sanki kıskanç bir kadın gibi saklar gece, güneş tanrıyı kızcağızdan, örter dünyanın üstünü yıldızlarla süslü karanlık, simsiyah örtüsüyle. Ay tanrıça ışığını güneşten alıyor olsa da, ısıtmaz ışığı. O ışık içini ürpertir, canını acıtır kızın.”

“Peki, güneş tanrı farkına varır mı bu aşkın?” diye sordu Adam.

“Bu efsanede evet…” dedi Kadın. “Farkındadır güneş tanrı olanın bitenin. Kız kardeşi ayın arkasına saklanıp izler geceler boyu çiçeğe dönüşen kızı. Ay tanrıça da fark eder bu aşkı. Günün birinde gene kız güneş tanrıyı izlerken oturduğu yerden ikisinin arasına giriverir ay tanrıça. Hava kararmaya başlar, güneş tanrıyı göremez olur kız. Üzülür, karanlığın içinde görmeye çalışır onu.”

“Güneş tutulması” diye gülümsedi Adam.

Başını salladı Kadın hayır dercesine. Adam soru sorar gibi baktı Kadına.

“Bir rüzgâr esmeye başlar. Yerdeki kumlar havalanıp uçuşmaya başlar. Kızın ağzına, burnuna dolar, gözlerine batar, canını acıtırlar. Göz gözü görmez olur. Her yer kararır. ‘Gökyüzünde tanrılar savaşıyor, gece gündüzü yendi, güneş tanrı savaşı kaybetti’ diye konuşur insanlar. Kız insanlara seslenir; ‘kötü ruhlar esir aldı güneşinizi, kovun onları’ der. İnsanlar gidip ellerine geçirdikleri tüm tenekeleri birbirine vurmaya, gürültü yapmaya başlarlar. Bu karmaşada kimse güneşin bir bulutun arkasına gizlenerek kızın yanına gittiğini fark etmez. Kız güneşin kimselerin görmediği gülümsemesini görür. Gözlerini kamaştıran ışığını bir tek o görmektedir. Bulutlar gizler dünyadan güneşi. İnsanlar tenekeleri çalmaya devam eder, kötülüğü kovmaya çalışırlar.”

“Ben de bu Ege efsanesini Mezopotamya’ya nasıl bağlayacağını düşünüyordum. Bu topraklarda güneş tutulduğunda hâlâ tencere, tava, teneke ne bulursa çalar insanlar…” diye gülümsedi Adam.

Kadın Adamı duymuyor gibi devam etti: “Güneş uzanıp kendine çeker kızı ve sımsıkı sarılır. Dudakları kızın dudaklarına değdiğinde bulutların bile saklayamadığı bir ışık fırtınası çıkar. Kum fırtınası durulur, insanlar tenekelerini çalmayı bırakıp bütün dünyayı ve gökyüzünü kaplayan bu ışıklara bakarlar hayran hayran. Ay tanrıça gülerek arkasını döner, eteklerindeki hayvanları önüne salıp ormanlara doğru gider koşarak.”

Kadın sustu, uzaklara daldı. Adam, Kadına sarıldı. Kadın başını Adamın omzuna dayayıp uzaklara bakmaya devam ederek:

“O kız Mezopotamya Kraliçesiydi aslında, yani Mezopotamyanın ta kendisi. Güneş bir kum fırtınasında kalbini Kraliçeye telsim etmiş, kum fırtınası ışık fırtınasına dönmüştü. O gün bugündür büyük bir aşkla sevdi Güneş Kraliçeyi, Güneşin aşkı da hep cayır cayır yaktı bağrını Kraliçenin. Herkes bu aşkı kutsadı. Mezopotamyanın mucizesiydi belki de bu… Güneş en çok Kraliçeyi sevdi…”

***

Toprak Kadının ellerinden dökülmeye devam ediyordu yere.

Kadın gözünü açtı… Güneş ufuk çizgisine inmeye hazırlanıyordu.

Etrafına bakındı. Adam yoktu.

Koşar adımlarla geldiği yolu geri yürüdü ve çeşmeye varınca durup elini yüzünü yıkadı hızla.

Gene koşar adımlarla biraz önce durduğu yere geri döndü. Ellerini göğsünde bağlayarak durdu.

Güneşe baktı uzun uzun…

“Ey Şê Şims…” dedi, durdu ve güneşe baktı.

“Ey Şê Şims, ey tanrı…” dedi ve etrafına bakındı, sonra kendini toparladı ve tekrar güneşe bakarak:

“Ey Şê Şims, ey tanrı, benden sevgini, merhametini esirgeme…
Bereketini üstüme saç, sevgine dağlar taşlar, kurtlar kuşlar şahit olsun.
Aşkın, sevgin benim olsun…
Tanrı, şehadetim Tavusê Melek’in adıdır.”

Kadın etrafına baktı şüphe dolu gözlerle. Sonra dönüp güneşe bakıp gülümsedi. Olduğu yerde yavaşça dizlerinin üstüne eğilip oturdu. Secde etti ve toprağı öptü.

Başını kaldırıp ufuk çizgisine inen güneşe baktı, gülümseyerek gözlerini kapattı.

Bembeyaz bir ışık gördü önce. Sonra Adamın katran karası saçlarını hale gibi çeviren güneşin rengârenk ışık oyunları kamaştırdı sımsıkı kapadığı gözlerini.

***

Güneş ufuk çizgisine inmiş, gitmeye hazırlanıyordu.

Kadın ayçiçeklerinin arasında yürüyordu hâlâ. Durdu… Güneşin giderken arkasında bıraktığı turuncu, kırmızı, sarı sıcak ışık oyunlarını seyretti.

Güneş hızla ufuk çizgisinde kaybolurken Kadın uzun beyaz elbisesinin eteklerini toparlayıp ayçiçeklerinin arasına toprağın üstüne uzandı, yüzünü ovaya doğru çevirdi, sol yanına dönüp ellerini başının altına koydu.

Toprak hâlâ sıcaktı. Katran karası saçlı Adam arkadan yaklaştı ve sessizce yanına uzandı Kadının.

Mezopotamya maviden, laciverte, lacivertten siyaha boyandı sırayla ve yıldızlar göründü, uzaktan bir denize benzeyen ovanın üstünde.

Adam ve Kadın başlarını gökyüzüne kaldırdılar. Yıldızlar ışıl ışıldı gökyüzünde. İkisinin de gözleri yavaş yavaş kapanırken, dolunay gülümsedi onlara ve yıldızlarla dolu gök kubbeyi toprağın üstüne yorgan gibi örttü.



Not: "Güneşe Yazılan Yazılar" yazı dizim Ahmet Güneştekin'in "Yüzleşme" Sergisi'ndeki eserlerden esinlenerek yazılan deneme yazılardan oluşmaktadır.

Bu hikâye, sanatçının (fotoğrafı yazının başında görülen) "Güneşe Aşk" adlı eserinden esinlenerek yazılmıştır.

Yazının sonundaki fotoğraftaki eser ise yıllardır başucumda asılı duran Heather Brown adlı bir ressama ait bir eserdir.

Yazıya fikirleriyle katkıda bulunan Sezgi Sunar'a teşekkür ederim.

Pazartesi, Kasım 26, 2012

Güneşe Yazılan Yazılar - 2


Güneşe Ağıt



Gel gece, Hades’in karanlığı gibi gel, ört üstünü şehrimin…

Tarihin en büyük acısı gelecek başımıza biraz sonra

Gel gece, sakla şehrimi, kimse görmesin bu acıyı…

***

Çık gel karanlıktan…

Yüreğim yolunu gözler

Tutku şarabını tadar ruhum seni her gördüğümde…

***

Dalgalar dövüyor bu gece kıyılarını şehrimin. Duyuyor musunuz denizin sesini? Ayrılıklar gibi acı sesi denizin bu gece. Ayrılık şarkıları gibi…

Deniz…  Bağrında döl barındırmayan deniz…

Kime analık etmiş bugüne kadar, kim içinde yaşamı dölleyip yeşertmiş?

Kızdı mı, gerçek anayı, toprak anayı bile sürükleyip götüren deniz getirdi bize savaşı.

***

Azgın fırtınada kuduran denizde kalan denizciler gibi kaderin ellerine bıraktım kendimi.

Rüzgârlara verdim sesimi…

Dalgalarda sürüklenip gidiyorum…

Kalbimin anahtarı, acılarımın barınağı gece, gel ört üstümü.

***


Kentin ışığı söndü, siz hala neyi kutlarsınız? Görmüyor musunuz başınıza gelecekleri? Karanlık bu kadar mı kör etti sizi?

Yiyip içip eğleniyorsunuz şimdi, oysa ben duyuyorum acı çığlıklarınızı…

Kahkahalarınız ağlamalara, sızlamalara dönüşecek

Kapkara gece saracak üstümüzü

***

Suretin dudağımın ucundaki tebessüm,

Karanlığın içindeki ışıktır hayalin…

Uzaklığın o kadar yakın ki, yanar ellerim.

***

Parnassos’tan gelen Phoikisli Epeios, neden uydun Athena’nın buyruğuna, neden yaptın o silahlılarla yüklü tahta atı?

Dinlemediniz beni, Tanrıların hediyesi değil dedim ama dinlemediniz, sevinçle açtınız kapıları, aldınız ölümü içeri.

Aşkı aldığınız kapıdan şimdi de savaşı soktunuz içeri…

Şimdi şarkılarınız, danslarınız eşlik ediyor geceye.

Ama biliyorum, birazdan çıkacak tüm kötülükler saklandıkları yerden, kana bulayacaklar şehrimi. Bir ölüm çığlığı kopacak sokaklarda, analarının eteklerine yapışacak korkudan titreyen çocuklar…

Birazdan çıkacak savaş gizli sığınağından…

Kana gömülecek erkekleri şehrin, kadınları zorla götürecekler başka diyarlara…

Tutsak kadınların çığlıkları yankılanacak artık duymayan kulaklarınızda…

Dul kadınlarınız, analarınız, kızlarınız ağlaya ağlaya yas tutacaklar.

Geçmişin mutlu kenti gözyaşlarına bulanacak…

Ateşler, dumanlar gökyüzüne kadar yükselecek, kapatacak güneşi, silecek umutları.

Hala hayatta kalabilenler ağıtlar yakacak güneşe.

***


Koca koca duvarlar ördüm etrafıma. Sağlam sağlam kapılar yaptım. Kapılara kilitler vurdum.

Sakladım kalbimi içine…

Aşk kapısının anahtarı mı bu elimdeki?

Göklere yükselen duvarların arasında güneşe ağıtlar yakıyorum şimdi…

Karanlık çöktü üstüme… Göster yüzünü…

***

Şafak sökmesin istiyor kendini galip sanan mağluplar. Kahkahaları, sarhoş çığlıkları surları aşıyor, karşı kıyılardan duyuluyor.

Halbuki gitmedi onlar… Karanlıkların ardında saklanıyorlar denizin bağrında…

Birazdan çıkacak gecenin koynundan acı gülüşler, dertler, acımasız öç, azgın yürekli kavga ve hatta ölüm…

***

Kader mi demeli teknenin dümenine geçene?

Oysa ben gömmüştüm kara toprağın en derinlerine savaşı, bir daha gün görmesin diye.

Sandıklara koyup gömmüştüm acı gülüşleri, dertleri, nefreti, kini…

Beni koynunda uyutan şehir, aşkı da koynumda uyutsaydın ya…

***

Yavaş yavaş gel gece, sar üstünü şehrimin

Ninniler ağıt gibi her yerde bu gece

Öç, nefret, kin, cinayet, ölüm… Hepsinin babasıdır savaş…

***

O kadar derin ki gece, o kadar cazibeli, çekici, bir o kadar da ulaşılmaz.

***

Güneş, gecenin örtüsünü kaldır şehrimin üstünden

Biraz daha kalırsa gece savaşın soluğuyla yıkılacak her şey…

Kan akacak süt yerine anaların memelerinden. Emziremeyecekler bebelerini. 

Savaşla besleyecekler onları. Ağıtlar yakacaklar ninniler yerine.

Ağıtlar yakacaklar güneşe…

***

Göklere yükselen duvarların ardından göster yüzünü güneş… Aydınlat karanlığı, sabahın kandilinden ışık alan aşkı, sevdayı…

Gömmüştüm toprağın en derinlerine ben savaşı oysa…

***

Dökülmesin ortalığa eli kanlı cellatlar, kendini kurban edenler, gözü kara yiğitler, bahtı karalar…

Ey güneş, ne olur, göster yüzünü, savaşa değil barışa uyandır şehrimi…

Bir kerecik de olsa haksız çıkart beni…

Kassandra mıydı benim adım yoksa?

Not: "Güneşe Yazılan Yazılar" yazı dizim Ahmet Güneştekin'in "Yüzleşme" Sergisi'ndeki eserlerden esinlenerek yazılan deneme yazılarından oluşmaktadır.

Bu hikâye düz yazı şeklinde bir ağıttır. Benim tarafımdan yazılmış olan "Işığa Ağıt" adlı tiyatro oyunundan bazı bölümler hikâyede kullanılmıştır.

"Işığa Ağıt" adlı oyunun metni Homeros'un İlyada / Hesiodos'un Tanrıların Doğuşu (Theogonia) / Euripides'in Troyalı Kadınlar / Yannis Ritsos'un Yaşlı Kadınlar ve Deniz / Nükhet Everi'nin Ölümsüzler Stoası (Stoa Athanaton) adlı eserlerinden ve Gökçen Özkalıpçı'nın Gaia şiirinden bir uyarlamadır.

Salı, Kasım 20, 2012

Güneşe Yazılan Yazılar - 1



Güneşin Peşindeki Uçurtma

Sarı sıcak sessizliği bozan bir sesle eğildiği yerden doğruldu Kadın. “Koşmayın çocuklar düşeceksiniz” diye bağırmıştı biri. Kadının kızıl saçlarının üstünde parlayan güneş gözlerini kamaştırdı. Gözlerini açmaya çalışarak sesin nereden geldiğini anlamak istercesine etrafına bakındı. Kirli elleri ile gözlerini ovuşturmak istemedi. Gözlerini kısıp ellerini nereye sileceğini bilemedi bir müddet, sonra eteklerine sildi. Hava çok sıcaktı. Elinin tersiyle alnındaki teri silip, gözlerini kısarak uzaklara bakmaya çalıştı. Tam karşısında uçsuz bucaksız uzanan Mezopotamya ovasını gördü, ağzının kenarı gülümser gibi kıvrıldı.

“Koşma Feriiittt” diye bağırdı yine aynı ses. Ses başka taraftan geliyordu, başını sola doğru çevirdi, güneşin ışıkları gözlerini öyle kamaştırdı ki, bu sefer hem gözlerini kısmak hem de ellerini ve kollarını siper ederek bakmak zorunda kaldı.

Kör edici bir aydınlık vardı.

Kalın bir kâğıdın rüzgârda çıkarttığı sesi duydu ‘tap tap tap tap tap’ ve bir uçurtma geçti önünden hızla. Gülümsedi Kadın. Gene aynı sesi duydu ‘tap tap tap tap tap’ ve bu sefer uçurtma hızla öbür yöne doğru geçti önünden. Ellerini beline koyup seyretmeye çalıştı Kadın önünde uçan uçurtmayı. Gene çocuklar belli ki kilisenin altında koşturuyorlardı.

‘Tap tap tap tap tap'

Çan kulesinin arkasından tekrar geçti uçurtma hızla.

Kilisenin avlusunda etrafına baktı bir an için Kadın. Kimse yoktu.

‘Tap tap tap tap tap’

Uçurtma gittikçe hızlanarak ikide bir çan kulesinin arkasından geçiyordu.

Kadın avlunun kenarına doğru yürüdü. Duvara tutunarak aşağı eğilip baktı. Beş erkek çocuğu bir o yana bir bu yana koşturuyorlardı. Bir tanesi ipini tutmuş ustaca hareketlerle uçuruyordu uçurtmayı. Uçurtmanın ipini tutan çocuğu tanıyınca bir gülümseme oturdu yüzüne Kadının. Biraz önce sesini duyduğu kadın gibi bağırdı: ‘Feriiiiit’. Uçurtmayı tutan çocuk başını kaldırıp ona baktı ve gözleri karşılaşır karşılaşmaz çocuk güzel bir gülümsemeyle ‘Ne var?’ dedi. ‘Yavaş olsana’ dedi Kadın, ‘uçurtma çan kulesine takılacak’. ‘Bir şey olmaz’ dedi çocuk ve Kadına bakmadan koşmaya ve uçurtmayı daha da hızlı ve çan kulesine daha da yakın uçurmaya başladı.


‘Bir şey olmazmış’ diye söylenerek avludaki banklardan birine oturup çan kulesine doğru baktı Kadın gözlerini kısarak. ‘Her sene her cami minaresine, her çan kulesine mutlaka bir uçurtma takılır, sanki bilmiyor’ diye söylendi kendi kendine. ‘Tap tap tap tap tap’ sesini duyunca başını kaldırıp çan kulesinin arkasından uçan uçurtmaya yeniden baktı Kadın. Uçurtmanın gözleri ve kırmızı dudakları vardı. Gülümsedi.

“Üşüyorum abla…”

Kadın şaşkınlıkla etrafına bakındı. Bir kız çocuğu sesiydi bu, derinden gelen bir ses.

“Ablaaaa…” Bu sefer ses daha derinden gelmişti. Sanki bir iç çekiş, bir inleme gibi.

Kadın ayağa kalktı, etrafına baktı. Sarı sıcak Mezopotamya ovası göz alabildiğince uzanıyor, güneş Doğu’da ve daha tam tepeye varmamış olsa da cayır cayır yakıyordu ortalığı.

‘Tap tap tap tap tap’

Uçurtma gene geçti çan kulesinin arkasından.

Bu ses de olmasa ürkütücü bir sessizlik vardı aslında ortalıkta.

Avlunun ortasına yürüdü. Etrafına baktı. Emin olamadı, kilisenin avlusundaki tüm pencerelerden içeri baktı ama kimseyi göremedi. Başını salladı.

Avlunun duvarına doğru yürüdü. Duvara yaslanıp ovayı seyre daldı. Başını hafifçe sola doğru çevirip kaşıya baktı. Gözlerini kıstı. Bir şey görmeye çalışıyordu sanki. Ayak parmaklarının üzerinde yükseldi, boynunu uzattı, elini alnına siper etti ve kısık gözlerle bakmaya devam etti. Sonra somurtarak dudaklarını büküp sert bir hareketle elini indirdi. “Gece olunca ışıkların inci gibi görünür ama” dedi, “neredesin şimdi?” Hava o kadar sıcaktı ki, kesif bir buharlaşma çok uzakları görmesini engelliyordu bakanın.

“Orası duruyor yerinde ” dedi arkasından gelen bir erkek sesi. Kadın hafifçe başını öne eğdi, yüzünü hafif bir gülümseme kapladı.

Sesin sahibi Adam Kadının yanına yaklaştı ve sağ tarafında durup duvara tutundu. Katran karası saçları parlıyordu güneşin altında.

Kadın gülümsemeye devam ediyordu. Yan yana durdular bir müddet birbirlerine bakmadan. İkisi de ovaya bakıyorlardı.

“Nereden biliyorsun?” diye sordu Kadın yumuşak bir sesle.

“Neyi?” dedi Adam usulca, ovaya bakmaya devam ederek.

“Orayı dediğimi?” dedi Kadın, Adama bakarak.

Adam, ovaya bakmaya devam ederek: “Karşıdaki şehre bakmıyor muydun? Sınırın öte yanındaki şehre?” diye sordu.


Kadın cevap vermedi. Başını çevirip ovaya bakmaya devam ederek “Biliyor musun?” dedi Adama usulca “ben çocukken sınırlarda çizgi var sanırdım.”

Adam acı acı gülümsedi. “Keşke çizgi olsaydı” dedi.

“Sen oraya hiç gittin mi?” diye sordu heyecanla Kadın ovaya bakmaya devam ederek.

“Hayır” dedi Adam, “ama babam gidermiş.”

“Keşke sınırlar hiç olmasaydı” dedi Kadın. Adama döndü ve gülümseyerek “giderdik şimdi oraya.”

Adam Kadına dönüp buruk bir gülümsemeyle “Sınırlar var ama ne yazık ki. Belki çizgiler yok ama acı var” dedi.

“Orada mı?” diye sordu Kadın acı bir ifadeyle.

Adam ovaya bakarak başını salladı. “Her yerde, bu topraklarda, her yerde…” dedi.

Kadın başını önüne eğdi hüzünle.

‘Tap tap tap tap tap’

Uçurtma hızla ikisinin burnunun ucundan geçti.

Kadın irkildi ve aşağıya eğilip bağırdı: “Feriiiiit”

Ferit hem koşuyor, hem uçurtmayı uçuruyor, hem de ‘ha ha ha ha haaaaa’ diye kahkahalar atıyordu.

‘Tap tap tap tap tap’

Uçurtma gene ikisinin burnunun dibinden geçti.

“Ferit, bak ineceğim şimdi aşağıya” diye seslendi Kadın.

Ferit omuzlarını silkip başka tarafa doğru koşturmaya başladı uçurtmasıyla. “Sen inene kadar ben çoktan güneşi yakalamış olurum” diye bağırdı Ferit alaycı bir sesle.

“Deli” dedi Kadın “ne güneşi?”

“Ablaaaaaa…”

Kadın irkildi, gene o kız çocuğunun sesiydi duyduğu.

Adama doğru döndü: “Duydun mu?” diye sordu.

“Neyi?” dedi Adam sakince.

"Duymamış olamazsın, bir kız çocuğu bir saattir abla, abla deyip duruyor, hatta bir ara abla üşüyorum dedi" deyince Adam şaşkınlıkla Kadına dönüp baktı:

“Bu havada?”

“Evet, ben duydum.”

“Ablaaaa, ne olur, çok üşüyorum…”

Derinden, boğuk ve kesik kesik gelen sesi duymamış olması imkânsız diye düşündü Kadın.

Adamı olduğu yerde bırakıp kilisenin avlusunda etrafına baktı, yan duvarlardan sarkıp alt avluya baktı. Kilisenin avlusunun diğer ucundaki mezarlığa takıldı gözleri. Hızla oraya doğru yöneldi.

Adam bıraktığı yerde kalmıştı. Kendi durduğu yerden onu göremiyordu artık. Mezarların arasında yürüdü. Bir mezar taşının üstünde minik bir tekir kedi oturuyordu. Kedinin yanına gidip yere eğilip başını okşadı. Kedi Kadına baktı, yerinden kalkıp yürüdü gitti.

Kadın yerinden doğrulmaya çalışırken başı döndü, gözü karardı.

***

Küçük kız çocuğu üstü başı pislik içinde köyde yürüyordu. Köyü bir baştan bir başa arşınlıyor, evlerin avlularına girip çıkıyordu. Kadın küçük kızın peşine takıldı. Yürüdü onunla köyün sokaklarında saatlerce, evlerin avlularına girdi çıktı, onunla oturdu avlularda. Garipti ama önlerinden geçen kimse küçük kıza bakmıyordu. Küçük kız sanki dikkat çekmek ister gibi bir o yana bir bu yana arşınlıyordu sokakları, insanlara bakıyor, evlerin avlularında pencere önlerinde çömeliyordu. Ama kimse ilgilenmiyordu onunla. Gördükleri belliydi onu ama bakmıyorlardı.

Küçük kız bir evin avlusuna girdi. Yorgundu belli ki. Kadın da peşinden gitti. “Abla” dedi zor duyulacak bir sesle küçük kız ve avluda bir taşın üstüne oturup bacaklarını göğsüne çekip kollarını doladı bacaklarına ve öylece oturdu.

Hava soğuktu, biraz önce Mezopotamya ovasını cayır cayır yakan güneş ısıtmıyordu şimdi bulundukları köyü. “Burası neresi acaba?” diye düşündü kadın. Yöredeki pek çok köy birbirine benzerdi. Çıkartamadı. Küçük kıza baktı. 

Küçük kız başını önüne eğmiş hüzünlü bir şekilde boşluğa bakıyordu.

Evin pencerelerinden birinde bir hareket gördü kadın. Oraya doğru baktı. Bir perde hafifçe aralandı. Bir genç kız bakıyordu ürkek ve hüzünlü bakışlarla pencereden. Küçük kıza bakıyordu. Küçük kız başını kaldırdı ve penceredeki kızı görünce çok hafif sesle “abla” dedi, “abla, üşüyorum…”

Penceredeki kız ‘yapma’ der gibi başını yana eğdi, gözlerinde bir hüzün vardı. Gözyaşı da mı vardı? Kız perdeyi örtüp kayboldu. Hava kararmaya başlamıştı. Soğuk artıyordu. Küçük kız titreyerek yerinden doğruldu ve kararlı adımlarla başka bir evin bahçesine yöneldi. Kadın takip etti küçük kızı. Küçük kız girdiği avluda bulunan bir tandırı elleriyle yokladı. Aynı şeyi Kadın da yaptı. Sıcaktı tandır. Küçük kız tandırın üstüne sıçradı bir hamlede. Tandırın üstüne tünedi. Belli ki ısınmaya çalışıyordu. Biraz sonra kıvrılarak uyuklamaya başladı.

Kadın ne yapacağını bilemedi. O da tandırın üstüne çıktı, yanına kıvrılıp sarıldı küçük kıza ve gözlerini kapattı.

***

Bir tepede duruyordu Kadın, yanında da katran karası saçlı Adam. Ovaya bakıyorlardı.

Rüzgâr yüzlerine vuruyordu. İri iri kum tanecikleri hissetmeye başladı Kadın yüzünde. İlerilerde ovada bir yerde hava kararmış gibiydi, oysa daha güneş vardı. Ferit uçurtmasıyla koşuyordu.

Kadın seslendi Ferit’e “Güneşi yakalamaya mı gidiyorsun gene?”

“Ben değil” dedi Ferit Kadına bakmadan yüksek sesle, “uçurtmam.”

“Rüzgâr artıyor gibi” dedi Kadın Adama.

“Kum Fırtınası” dedi Adam ovadan gözlerini ayırmadan.

“Gene mi?” diye suratını astı Kadın. Adam gülümsedi.

“Biliyor musun” dedi Kadın, “o kızı gördüm.”

“Hangi kızı?” diye sordu Adam.

“Hani benim sesini duyup da senin duymadığın kızı” dedi.

Adam hiçbir şey söylemeden baktı Kadına.

“Bir köyde gördüm onu, hangi köy olduğunu çıkartamadım. Dolanıp duruyordu. Bir o yana bir bu yana tüm köyü arşınlıyordu. Bütün evlerin avlusuna giriyor, saatlerce oturuyor avlularda. Sanki bir şey istiyor, bir şey arıyor…”

Adam ovaya bakarak başını iki yana salladı.

Kadın soru sorar gibi baktı ve devam etti: “Sonra bir evin avlusunda yere çöküp kaldı, bekledi bekledi bekledi… Bir pencerenin perdesi aralandı ve bir kız baktı pencereden ve küçük kız çocuğu ‘abla, üşüyorum abla’ dedi. Sonra da kız pencerenin perdesini kapatıp kaybolunca küçük kız kalkıp başka bir evin avlusuna gidip oradaki hala sıcak olan tandırın tepesine tünedi ve biraz sonra da uyuyakaldı.”

“Biliyorum” dedi Adam.

“Biliyor musun?” diye şaşkın şaşkın sordu Kadın.

“Herkes bilir o kızı” dedi Adam ve ekledi “yani hikâyesini.”

“Öyle mi?” dedi Kadın merakla “Neymiş peki? Kimmiş o küçük kız?”

Adam hüzünle başını salladı iki yana, “Seyfo’nun acılarından…” dedi.

Kadın elini ağzın götürdü, dudakları titremeye başladı, gözlerine yaş yürüdü.

“Peki” dedi titreyen sesle “ne oldu o küçük kıza?”

“Kimse bilmez” dedi Adam…


Onlar konuşurken bir taraftan da rüzgâr hızını arttırıyordu.

Kadının yanaklarını yaladı geçti rüzgâr, gözündeki yaşları alıp savurdu. Kum taneleri iri iri yüzüne vuruyor ve canını acıtıyordu. Adam dimdik ayakta duruyor ve karanlığı delen bakışlarla uzaklara bakıyordu. Birden gözlerini kapadı Adam. Yüzünde bir gülümseme vardı.

Rüzgâr Kadını aniden yerinden kaldırıp havaya savurdu. Ayakları yerden kesilivermişti Kadının. Uçuyordu. Rüzgâr o kadar kuvvetliydi ki, kumlarla birlikte boşluğa savuruyordu Kadını. Adamın katran karası saçları rüzgârda savruluyordu. Kadın elini uzattı ve adamın bir tel saçına tutundu. Rüzgâr adamın yüzünü okşuyordu, eline değiyor, elini okşuyordu.

Adamın gözleri kapalıydı, gülümsüyordu.

Katran karası bir tel saça tutunan Kadının ayakları yerden kesilmişti ama artık oraya buraya savrulmuyor sadece olduğu yerde uçuyordu.

Kadın boştaki elini Adamın saçlarına, sonra da yüzüne doğru uzattı. 

Dokunmadı, elini ağzına götürdü.

Adam ürperdi, belki üşüdü…

“Rüzgâr olup dokunmayı bu topraklar öğretti bana” dedi Kadın duyulmayacak kadar hafifi bir sesle ‘ ama biliyor musun’ diye ekledi ‘bu topraklarda aşk imkânsız!’

Elini Adamın saçlarına uzattı, yüzüne çok yaklaşmıştı, dokunmadı, kendi yüzüne götürdü. Kadın kendi elini ısırdı hafifçe ve gözlerini kapattı.

***

Tandırın üstünde etrafına baktı Kadın. Küçük kız çocuğu yoktu yanında. Koşarak kalktı bütün köyü geçti, tüm evlerin avlularına baktı, yoktu… Evlerden hiçbir ses gelmiyordu. Saatlerce deliler gibi küçük kızı aradı her yerde, bulamadı. Küçük kızın ‘abla’ diye seslendiği evin avlusuna geldi, onun oturduğu yere çömelip bekledi. Bir müddet sonra perde aralandı ve evdeki kız hüzünlü gözlerle dışarıya baktı. Pencerenin arkasındaki kız ağlıyor muydu? Kız hızla perdeyi kapatıp kayboldu.

Kadın umutsuzca kalktı. Her yere son bir umutla bakıp köyün çıkışına yöneldi.

***

Kadın gözlerini açtı. Kilisenin mezarlığındaydı. Mezar taşlarından birine yaslanmış oturuyordu. Eliyle başını tuttu. Kaç dakikadır buradaydı? Yoksa saatler mi demeliydi? Yerinde doğruldu ve kilisenin avlusuna yöneldi. Güneşi aradı gözleri. Evet, saatler geçmiş olmalıydı, çünkü güneş batmaya hazırlanıyordu.

Birazdan akşam Mezopotamya ovasının üstüne inecek, güneş kızıla boyadığı taş evlerin üzerinden herkese veda edip yerini geceye bırakacaktı. Tam karşıdan gelen ve her geçen dakika koyulaşan o mavi renk, Mezopotamya ovasını biraz sonra koskoca bir denize çevirecekti.

Duvarın yanına yürüyüp aşağı baktı. Ferit tek başına hala kırmızı dudaklı uçurtmasını uçuruyordu. ‘Feriiiitttt’ diye seslendi. Ferit dönüp baktı Kadına uçurtmayı uçurmayı bırakmadan. ‘Ne?’ dedi. Kadın el salladı Ferit’e; ‘Bak güneş gidiyor, yakalayamayacaksın’ dedi. ‘Yakalarım’ diye zıpladı neşeyle Ferit ve güneşe doğru uçurtmasıyla koşmaya başladı.

Kadın eli havada Ferit’in arkasından bakıyordu…

“Sen yakala bari güneşi…” dedi duyulmayacak kadar alçak bir sesle.

Güneş son ışıklarıyla Kadının kızıl saçlarının üstünde dans ederken, akşam Mezopotamya ovasının üstüne inmeye başlamıştı.

***

Not: "Güneşe Yazılan Yazılar" yazı dizim Ahmet Güneştekin'in "Yüzleşme" Sergisi'ndeki eserlerden esinlenerek yazılan deneme yazılarından oluşmaktadır.

Bu hikâyedeki ‘Küçük Kız’ Orhan Miroğlu’nun “Affet Bizi Marin” adlı eserindeki bir bölümden esinlenerek yazılmıştır. 

“Seyfo” (Kılıç Yılı) 20. yüzyılın başında Midyat ve yöresindeki olaylara verilen addır. 

Hikâyedeki Ferit, Mardin’de yaşayan bir Süryani çocuğudur. 

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails