Pazartesi, Eylül 15, 2008

Doğum Günün Kutlu Olsun!


15 eylül...


Bugün senin doğum günün...


Sensiz ikinci doğum günün.


Bugün umut günü benim takvimimde.


Seni unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız!


İyi ki doğdun Hrant!


Doğum Günün Kutlu Olsun!

Çarşamba, Eylül 03, 2008

Yolun Işık Olsun Benim Güzel Kızım!



Canım kızım Lady Macbeth’im...

Bana hayatımın en güzel anlarını yaşatan güzel kızım. Birlikte tam 13 yıl.

1 kasım 1995... Sıcak, çok sıcak bir gün. Çok önemli bir randevum var. Kardeşim Zeynep’le birlikte gitmek istiyorum. Beni kırmıyor. Arabaya binip Anadolu yakasına geçiyoruz. Verilen adrese gelince heyecanlanıyorum. Bir sene önce ölen Ankara kedim Ada’nın yasını tutuyorum hâlâ. Yaptığımın doğru olup olmadığını düşünüyorum. Çünkü Zeynep’le gittiğimiz adreste 5.5 aylık bir İran kedisi bakacağız ve beğenirsem alacağım. Ada geliyor aklıma, üzülüyorum.

Gittiğimiz yer bir ofis. İçeride fazla eşya yok. Selam ve tanışma faslından sonra hemen ofisin girişindeki bir masa üstünde oturan kocaman bir erkek kedi dikkatimi çekiyor. Tüyleri koyu mavi parlıyor. Çok güzel bir şey. Hemen soruyorum: ‘Bu babası mı dişi kedinin?’ Cevap gözümü korkutuyor: ‘Hayır, abisi...’

Abisi bu ise kız nasıl bir şey merak ediyorum. Bir köşede bir mama kabının önünde görüyorum aslında, minicik bir kedi (abiyle kıyaslanırsa nokta kadar) mama yiyor. İçeri girip oturuyoruz. Yanlış hatırlamıyorsam kedi saklanıyor ve bulmakta zorlanıyorlar. Neyse, bir müddet sonra kedi bana doğru yürüyor ve karşıma geçip suratıma bakıp ‘meeee’ diye bir ses çıkartıyor. Ben bu anda Zeynep’in ‘ay bu İran kedileri de, Çin Halk Cumhuriyeti gibi, hepsi birbirine benziyor’ dediğini ve bir şekilde hevesimin bir saniye için bile olsa kırıldığını hatırlıyorum. Sanki Zeynep onaylamazsa o kediyi almamam gerekir gibi bir duygu var içimde. Kedi bana gelip bağırdı ya... Zeynep’e dönüp ‘Gidelim mi? Beni sevmedi galiba!’ diyorum. Zeynep: ‘Kedinin boynuna mı atlamasını bekliyorsun?’ diyor ve yere eğilip kediciği kaldırıp bana doğru tutuyor ‘Ama yazık buna, bak ne kadar şeker’ diyor. Kediyle gözgöze geliyoruz ve o anda aşık oluyorum. ‘Tamam’ diyorum ‘alıyorum’.



Kediyi alıyorum, oldukça yüklü bir para da ödüyorum. Çok mutluyum. Bana diyorlar ki: ‘Aslında bunlar sekiz kardeşler. Sizin aldığınızı küçük diye kimse istemedi. Ama bizce en şanslısı da bu içlerinde. Çok iyi bir yere gidiyor.’

Kedimin adını bile daha almadan takmıştım: Lady Macbeth. Evi bile hazırladım, bazı gereken şeylerini aldım ama biraz alışveriş yapmak lâzım. Annemi evinden alıp onu da götüreceğiz alışverişe. Hem de kediyle tanışmış olur, daha haberi bile yok.

Zeynep’e dönüp, ‘Ne taksam adını?’ diye soruyorum. Hiç düşünmeden: ‘Lady Macbeth’ diyor. ‘Ben de öyle düşünmüştüm’ diyorum.

Annem gördüğü an bayılıyor Lady’ye. Lady daha gelir gelmez evine alışıyor.

13 sene su gibi akıp geçiyor. Müthiş bir mutluluk yaşatıyor bana da, herkese de. Benim kızım, yol arkadaşım, can yoldaşım, can parçam oluyor.


Üzerine titriyoruz. Ne de olsa cins kedi, sorunları çok olur. En büyük şansımız 1997 senesinin yaz aylarında hayatımıza giren ve son anına kadar da veterineri olan Yasin Özenir. Yasin’e büyük aşk duyuyor Lady. Lady, Yasin’in sayesinde tüm sorunları atlatıyor. Çok dirençli ve hayatı seven bir kedi. Nelere dayanıyor.



Herkese büyük mutluluk yaşatıyor. Hayatımda bu kadar büyük yer kaplayacağını, onu bu kadar çok seveceğimi, ‘dünya bir yana Lady bir yana’ durumuna gireceğimi rüyamda görsem inanmazdım, ama öyle oldu. 2000 senesinde hayatımıza ikinci mavi İran kedim Othello girdi. O da çok sevildi ve seviliyor, o evin neşesi ama Lady'nin yeri hep farklı oldu.




Lady çok sevildi, çok iyi bakıldı. Hep onun çok ama çok yaşlanacağını, yaşlılıktan öleceğini düşünürdüm, hatta öleceği aklımın ucundan geçmezdi. Caner’i, Hrant’ı, Savaş’ı tanıdı. Savaş ona ‘hanım’ derdi. Hepsini yolcu etti. Şimdi kendisi de gitti.

Yasin’le, Yasin kalp ameliyatı olmadan birkaç gün önce Lady’nin kan tahlilleri sonuçlarını konuşurken: ‘Bu kız ikimizi de gömer’ demişti. Ben de ‘İkimizi de gömerse kim bakar ona?’ demiştim.

Her şey çok ani gelişti. Zaman içinde Lady meme kanseri olmuş ve bir memesi alınmıştı. Yeni bir tümör çıkmış ama şükür ki doku altında değildi. Son kan tahlilinde en korktuğum İran kedisi sorunlarından biri baş göstermeye başlamıştı. Üre yüksek çıkmıştı, bu da böbrek sorunu demekti.

Othello’ya şeker hastalığı nedeniyle insülin yapılıyor ve belli aralıklarla kontrol için veterinere gidiyordu. Yasin ameliyat geçirdiği için Timur ilgileniyordu kedilerle. Hayatımda ilk defa gözüm arkada kalmıyordu. Yasin’den başkasına güvenmediğim, güvenemediğim için çok zor bir durumdu benim için başka bir veteriner. Ama daha Timur’u ilk tanıdığımda ve biraz sohbet ettiğimde onun ne kadar iyi bir veteriner olduğunu anlamıştım. Çok büyük bir şanstı bu, herkes için.

15 ağustos’ta Othello ile birlikte Lady’yi de götürmüştüm, tümör büyümüş gibi gelmişti bana. Timur Lady’yi görür görmez hemen kan alıp tahlillere baktı ve Lady’nin üre kısacık bir zaman diliminde o kadar yükselmişti ki, eve yollayamazdı. Orada kalacaktı.

Sonun başlangıcıymış. Kabul etsem de etmesem de. Tedavi her anlamda olumluydu ama üre düşmüyordu. Bu da iki böbreğinde zarar gördüğünü gösteriyordu. Kimi zaman bir iyileşme görünüyordu ama son birkaç gün çok hızlı şekilde kötüye doğru gitmeye başladı her şey. Elden gelenden fazlası yapıldı, tıp sınırlarına kadar zorlandı, Timur çok uğraştı, bunu hayatım boyunca unutmayacağım. Lady direnmeyi bıraktı ve 3 eylül sabahı 10.50 sıralarında Timur telefonla arayıp hiç almak istemediğim o haberi verdi: Lady uykuya dalar gibi ölüme yürümüştü.

Tek tesellimiz bir üre krizi ile gitmemesi, elimde kasılarak ölmemesi, huzur içinde yürümesi oldu ölüme. Öbür türlü hayat boyu kendimi affetmezdim.

Bir gün önce artık ben de kendimi en kötüye hazırlamıştım, kızımın durumu hiç iyi değildi, anlamıştım olacakları ve ertesi gün başıma gelebileceklere hazırladım kendimi, kızımla vedalaştık. Ertesi gün ne yazık ki o istenmeyen an geldi, Lady gitti.

Kızım, can parçam... Gönül isterdi ki diye başlayan onlarca cümle kurabilirim. Ama ne fayda, yoksun artık. Elimden gelen tek şey ‘Yolun Işık Olsun’ demek.

Çok sevildin, sen de çok sevdin, çok güzel yaşadın, dünyanın en güzel varlığıydın bizler için. Zeynep iyi ki beni kandırdı ve ben seni aldım. Zeynep’e müteşekkirim. Sen hepimize inanılmaz boyutlarda mutluluklar yaşattın.

Biliyorum ki, her zaman herkesin seninle ilgili yalnızca çok güzel anıları olacak.

Benim rüzgâr kokulu kızım, öpmeye koklamaya doyamadığım canım kızım...

İyi ki hayatıma girdin. İyi ki vardın. Benim için hep var olacaksın.
Seni çok özleyeceğim...

Yolun ışık olsun!






Pazartesi, Temmuz 07, 2008

Benim Filmimin Müziğini Sen Yap Müzik Tanrısı


Arto Tunçboyacıyan’a...

Benim filmimin müziğini sen yap Müzik Tanrısı...

Sen denizi taşı bozkırlara,
Denizi taşı dağlara.

Senin müziğin olsun filmimin müziği.

Bir beste yap,
Bozkırları getirsin yatak odamın penceresine
Hüzün dolsun içeri
Toz, toprak, duman dolsun
Essin rüzgâr ortalık karışsın.

Otobüs ilerlerken bozkıra doğru
Düşer yorgun başım omzuna
Ay okşar yanağını
Çekingen, masum
Dalalım uykuya...
Uyumuyorsun biliyorum
Ay ışığında yüzünün hatlarını ezberliyorum

Çekingen, masum
Başım düşüyor omzuna

Bozkırda ay...
Ay bozkırda...

Ortalık toz duman
Ay okşuyor nefesini
Gözlerim kapalı,

Gözlerin kapalı.
Uyumuyorsun biliyorum
Dudaklarında bir tebessüm ay.

Yaz Müzik Tanrısı,
Taşa, kana, kurşuna lanet olsun, yaz
Umudu kırık kuşa yaz
Fırdolayı dönsün müziğin içimde
Bozkırın tozu girsin odama
Ay ışığında uyansın sarı yastıklardan yorgun gönlüm,
Bozkırdaki otobüste kalan gönlüm,
Kan damlalarıyla taşa düşen gönlüm...
Benim filmimin müziğini sen yap Müzik Tanrısı

Bozkırın şafağında ayrılan yollar
Birleşsin gene bozkırın tozunda dumanında
Yıkılsa da ortalık Müzik Tanrısı
Sen denizi taşı bozkırlara
Denizi taşı dağlara
Ben sözler yazayım şarkılara
Uydurduğumuz bir dilde

Sen benim filmimin müziğini yap Müzik Tanrısı
Haykırsın ruhum:
Hay Sevgilim,
Hay Aşkım,
Hay Bir Tanem,
Hay Can Tanem,
Hay Can...

Ben ağıtlar yakayım
Müziğini sen yap
Ben güller açayım
Müziğini sen yap
Bozkıra doğru ilerleyen otobüste
Ben zamanı durdurayım
Müziğini sen yap...

Pazar, Haziran 29, 2008

Yalancı Dolma Yapan O Türk Kızı Benim


Hürriyet Pazar
29 Haziran 2008
İhsan YILMAZ


Yunan yazar Lena Merika’nın çocuk romanı "Kimyon ve Sevgiyle" bu yıl başında Can Yayınları tarafından Ahmet Yorulmaz’ın çevirisiyle yayımlandı. Kitapta Londra’da okuyan Yunan bir gençle Türk kız arkadaşının Atina’yı ziyareti ve gencin anneannesinin Türk kıza karşı önyargılı tavrının iki ülkenin ortak değerlerinin ortaya çıkmasıyla nasıl aşıldığı anlatılıyor.Kitabın her bir bölümü, bir güne ayrılmış ve o gün evde pişen yemeğin adını taşıyor. Türk kızı Niket de kolları sıvıyor, yaptığı yalancı dolmayla gönlünü alıyor İzmir göçmeni anneannenin. "Kimyon ve Sevgiyle" Can Yayınları tarafından yayınlandıktan iki ay sonra, bir gün yayınevinin telefonu çaldı. Genç bir kadın vardı telefonda: "Yayınladığınız o kitapta sözü geçen Niket benim. Gerçek ismim de Nükhet. Üstelik kimyon da yanlış. Çünkü romanda anlatılan sarmaya kimyon değil tarçın konur!" İşte bu aşk hikayesinin roman hali ve gerçek hali.Türk-Yunan ilişkilerini güçlendirmek için düzenlenen Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülleri’nin 2000-2001 dönemindeki yarışmasında, Lena Merika’nın "Kimyon ve Sevgiyle" adlı romanı Yunanistan’da Çocuk Kitabı dalında mansiyonla ödüllendirilir. Lena Merika tam da ödül gerekçesine uygun bir kitap kaleme almıştır: Atina’da yaşayan bir ailenin Londra’da üniversitede okuyan oğulları Alki bir gün telefon ederek Noel’de eve geleceğini, yanında da kız arkadaşını getireceğini söyler.Bu haber ailede inanılmaz bir heyecana neden olur. Bir yandan oğulları için yemekler hazırlanırken bir yandan da kız arkadaşın kim olduğu üzerine varsayımlar üretmeye başlarlar. Yabancı bir kızın oğullarını baştan çıkardığı düşüncesi özellikle anneannenin uykusunu kaçırır. Çünkü ona göre Yunan kızlarından daha iyisi yoktur; üstelik yemek yapmayı da iyi bilirler. "Ayakkabı memleketinden olsun, varsın yamalı olsun" düşüncesindedir.



TÜRK OLDUĞU YETMEZMİŞ GİBİ BİR DE SMİRNİLİ!



Niket ve Alki sonunda Atina’daki eve gelirler. Aile üyeleri, yabancı kızın milliyeti konusunda aralarında çeşitli spekülasyonlar yapar hatta bir ara Fransız olduğuna karar verirler. Ama Niket’in pasaportunu görüp Türkiye Cumhuriyeti yazısını okuduklarında şoka uğrarlar. Asıl korktukları, anneannenin göstereceği tepkidir.Anneanne bir şeyden habersiz, torunu özlemiştir diye yaptığı dolmaları masaya getirir. Ama Alki, dolmaları hiç özlemediğini söyler çünkü İngiltere’de Niket bol bol yapmaktadır ona. Niket, dolma yapmayı büyükannesinden öğrendiğini söyleyince, Alki’nin anneannesi bir an heveslenir: Yunan mı büyükannen? diye sorar. Acı gerçeği böyle öğrenir: Hayır, Niket’in anneannesi Türk’tür, bu da yetmiyormuş gibi, İzmirli’dir. Ailesi 1922’de İzmir’den kaçarak Atina’ya yerleşmiş anneanne, Smirni olarak bildiği kente İzmir diyen ve oradan gelen bir kızla karşı karşıya olduğunu anlayınca beyninden vurulmuşa döner. Hemen odasına kapanıp bir daha asla Niket’le karşılaşmamaya dikkat eder.Fakat Niket’in yaptığı yalancı dolmayı bir gece gizlice yedikten sonra tarifini merak etmekten de kendini alamaz. Çünkü o güne kadar yediği en güzel dolmadır bu. Hele bir süre sonra evde çıkan bir yangında Niket’in hayatını tehlikeye atıp alevlerin arasından Alki’yi kurtarmak için nasıl çaba harcadığını görünce kalbinin buzları çözülür. Ve dolmaya ne koyduğunu sorar genç Türk kızına. Aldığı cevap da romana adını verir: "Kimyon ve sevgi."



YAZARIN ABİSİNİN AŞKINDAN İLHAM ALDI



Romanın yazarı Lena Merika, bire bir olmasa da kitabını yaşanmış bir olaydan esinlenerek kaleme aldı: Abisi Yorgo Merikas ve eski sevgilisi Nükhet Everi’nin aşklarından. Nükhet Everi, Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra 1980’de Viyana Üniversitesi’ne gitti. Ülkesinden ayrılmak gibi bir niyeti yoktu ama terör endişesiyle babası istemişti yurt dışında okumasını. Yorgo Merikas ile de orada tanıştı. Yorgo, Zürih’te mimarlık okuduktan sonra Viyana Üniversitesi’nde arkeoloji bölümüne devam ediyordu. İlişkilerinin bir de şahidi vardı. O dönem Viyana Üniversitesi’nde misafir profesör olarak bulunan ünlü arkeolog Ekrem Akurgal.Nükhet ve Yorgo o dönemde birbirlerine büyük bir aşkla bağlandı. İşte romana konu edilen Yunanistan gezisi de zaten bu süre içinde yapıldı. Ama kitapta anlatıldığı gibi değil. Yorgo’nun ailesi çok sevecen davranmıştı Nükhet’e. Yorgo da Türkiye’ye gelmiş, Nükhet’in ailesiyle tanışmış, hatta babasıyla da çok iyi bir dostluk kurmuştu.İki yıl kadar süren bu ilişki Yorgo’nun Atina’ya geri dönmesiyle sona erdi. Bir süre birbirlerini kaybettiler. Sonra Ekrem Akurgal’ın aracılığıyla yeniden birbirlerini buldular. Bugün de dostlukları devam ediyor.



LENA’YI BİLİRSİN YEMEK YAPMAYI BİLMEZ



Yorgo, kızkardeşi Lena’nın kitabı ödül alıp Yunanistan’da yayımlandığında, bir mektupla birlikte gönderdi Nükhet Everi’ye: "Lena’yı biliyorsun, senin kendine has kokusu olan anlamına gelen o güzel adını ne yazık ki doğru yazmamış ve Niket olarak değiştirmiş. Bir de tahmin edeceğin gibi yemek tarifini yanlış vermiş. Ama zaten yemek yapmayı bilmediğini hatırlarsın sen de..."Kitap Yunanistan’da yayınlandıktan yedi yıl sonra Türkçe’ye çevrilirken, çevirmenle yayıncılar "Niket" adının aslında "Nükhet" olması gerektiğini fark etti. Belki kimyon yerine tarçın denmesi gerektiğini de. Ama telif anlaşması gereği ikisini de düzeltmediler. Yalancı dolmanın gerçek kahramanı Nükhet Everi, "Tek yanlış bunlar da değil" diyor. "Onun adı dolma değildir zaten, yaprak sarmadır."Romanın kendisi de yemeklerle ilgili bu tür tartışmalarla dolu: Yunan kahvesi mi, Türk kahvesi mi? Köfte Yunanca mıdır, yoksa Türkçe mi? Ama romanda da denildiği gibi asıl önemlisi yemeğin ismi değil, lezzetli olup olmadığı. Lezzet için de kimyon veya tarçının yanısıra sevgi katmak şart.



ROMAN KAHRAMANININ GERÇEK HAYAT HİKAYESİ



Nükhet Everi, fotoğraf sanatçısı Kemal Everi’nin torunu olarak Bebek’te dünyaya geldi. Avusturya Lisesi ve Viyana Üniversitesi’nde okudu. Bir süre Küba’da yaşadı ve orada çalışan ilk Türk kadını oldu. İstanbul Rehberler Odası yönetim kurulu üyesi, aynı birliğin bünyesinde Mardin Çalışma Komisyonu’nun kurucusu ve başkanı. Almanca dilinde profesyonel turist rehberi olarak çalışıyor. Çok iyi Almanca, İngilizce ve İspanyolca biliyor.Tiyatroyla da her zaman ilgilendi. İstanbul Şehir Tiyatroları’na bağlı Tiyatro Araştırma Laboratuarı’nda Beklan Algan’ın asistanlığını yaptı. Karadeniz Tiyatrolar Birliği kuruluş aşamalarında Erol Keskin’in yardımcısı olarak çalıştı. O dönem Orhan Alkaya tarafından çıkartılan Tiyatro Dergisi’ne tercümeler ve söyleşiler yaptı. "Işığa Ağıt" ve "Ölümsüzler Stoası" adlı iki tiyatro oyunu, Halikarnas Balıkçısı ve Anadolu Uygarlıkları üzerine değişik çalışmaları var. Gezi yazıları da yazıyor.



KİTAPTAN ANNEANNEYE GÖRE DOLMA VE KÖFTE YUNANCA



Bilmiyorum! Belki Yunanca bir sözcüktür (dolma). Bizden almışlardır. Köfte sözcüğü gibi... Kimilerinin dayattığı gibi Türkçe değildir, Yunanca’dır! Bizansça’da ’koton’ sözcüğünden türetilmiştir, yani kesilmiş et. Televizyonda konuşan bir profesörden dinledim...

Perşembe, Nisan 10, 2008

Bir Anadolu Efsanesi Troya

9 Nisan akşamı Anadolu Ateşi’nin ‘Troya’ gösterisine davetliydim.

Tanıtım filmleri uzun zamandır her yerde dikkatimi çekiyor. Seyredeceğim şeyden neredeyse eminim. Kesinlikle çok güzeldir. Hatta emin olduğum bir başka konu da, Mustafa Erdoğan’ın bu işinin, bugüne kadar yaptıklarını kesinlikle defalarca aşmış olduğu.

İşte bu duygularla salona girdim ve gösteriyi izledim.

Yanılmamışım...

Müthiş bir şey yaşadım. Rüya gibiydi. Çok onurlandım, gururlandım, duygulandım, hatta ağladım.

Neden mi?

Anadolu’nun doğru yorumlanan tarihinin, Halikarnas Balıkçısı ve onun açtığı yolda gerçeklere ulaşılmasında katkıda bulunan pek çok bilim adamının arasında Troya kazı başkanı rahmetli Prof. Dr. Manfred Osman Korfmann’ın ve tabiî ki Troya’nın benim için ne ifade ettiğini bilenler anlamışlardır nedenini...

Öncelikle, gösteri başlamadan perdenin üzerine yansıyan Anadolu haritası ve üzerindeki şehirler ve pek çoğunun Hititçe isimleri zaten beni nasıl bir işle karşılaşacağım konusunda aydınlatmaya başlamıştı. Gülümsedim...

Mustafa Erdoğan güzel bir açılış konuşması yaptı. Troya’nın bir Anadolu Efsanesi olduğunu, İzmirli ozan Homeros’un İlyada’sının Avrupa kültürü için önemli kodlar barındırdığını, Prof. Dr. Manfred Osman Korfmann’ın da dediği gibi Çanakkale Savaşlarının son Troya savaşı olduğunu, Troya efsanesini bizlerin bugüne kadar gözardı ettiğimizi ama şimdi anavatanında vatandaşlarına sunulduğunu anlattı. Sonuna kadar katılıyorum tüm dediklerine.

Harika bir prodüksiyon, müthiş bir iş...

Gösteride nelerden hoşlandığımın bir dökümünü yapayım:

-Tanıtım filminde hemen anlamıştım bu sefer kıyafetlerin Canan Göknil’e ait olmadığını. Çok iyi olmuş. Kostümler harika. Hepsi tüm gösteriyi hem o tarihe götürüyor, hem bugüne taşıyor, hem de evrenselleştiriyor.

-Dekor da aynı şekilde çok güzel, görkemli ve muhteşem.

-Savaşırken kılıçlardan çıkan ateş beni Homeros’un cümlelerinin içine çekti, çekti, çekti...

-Müzik olağanüstü... Her notada çıldırdım. ‘Ne duygudur, ne yaratıştır, ne gönüldür bu?’ dedirtti. (Akha’ların gemilerine binip Troya’ya doğru yola çıktıkları sahnedeki buzukiyi duyduğumda çok eğlendim. Çok ince bir espri ve yaklaşım var her bölümün müziklerinde).

-Troya’ya yardıma gelen halklar tanıtıldığında, Ege’nin efeleri ve zeybekvari diyonizyak dansları şaşırttı sanırım bazılarını. Ben ‘bravo’ demişim yüksek sesle. Bilindiği gibi, Ege’nin zeybekleri, Batı Anadolu’ya hastır ve bir Anadolu tanrısı olan Dionysos’un Bakhaları’nın (yani rahip ve hatta rahibelerinin) danslarından gelir. Yani Anadoluludur, Anadoludur! Bu konuyu araştırmak isteyenlere Halikarnas Balıkçısı’nın ‘Düşün Yazıları’ isimli kitabını tavsiye ederim.

-Kassandra çok güzel işlenmiş. O, ilyada’da en önemli kodları taşıyan karakterlerden biridir aslında. Çoğu zaman görmezlikten gelinir.

-Amazonların ellerindeki çift yüzlü balta (labrys) harika ve yerinde kullanılmış bir Anadolu gerçeği.

-Koreografi çok başarılı. Dansçıların performansları muhteşem. Enerjileri inanılmaz.

-Teknolojinin nimetlerinden de çok doğru ve yerinde faydalanılmış. Zevk veriyor seyredene. Yaylı etekler; uçan, yaylanan, takla atan, dansı bir nevi akrobasi haline getiren başarılı dansçılar. Ama öte yandan bazı şeylerin de en basite indirilerek kullanılması ayrı bir zevk. Gemi ve deniz sahneleri gibi.

-Sahneye sokulan dev atı pek beğendim. Aslında o atın neler simgelediğini bilmeyen o kadar çok insan çıkıyor ki. At Anadolu’da yetişen bir hayvan (bu arkeolojik kazılarla da ispatlanmıştır), Troya’lılar yetiştirdikleri cins atlarla meşhur. Akha prensleri at binmeyi öğrenmek için Troya’ya gelirlermiş ve savaşın çıkma sebeplerinden biri de Akhalıların Troya’dan çaldıkları cins atlarla ilgilidir. At Anadolu insanı için çok önemli. Her ne kadar buraya sığmayacak kadar uzun bir sebeple bu at hikayesi bana pek efsane gibi gelmese de (bunu ayrı bir yazı konusu olarak işleyeceğim) o atın savaşta Troya şehrinin surlarına erişebilmek için kullanılan bir kule ya da kale kapılarını parçalamaya yarayan bir koçbaşı olduğunu iddia eden kaynaklar da vardır.

-Deniz dalgaları, ölüler dünyası ve ölü askerler, hele hele Hektor için ağıt yakan kadınlar... Bu sahneler beni en derinden etkileyenler.

-Final tam beklediğim gibiydi. Bildiğimiz o Hitler’li vs savaş görüntüleri, ozanların ozanı Homeros’a yaptırılan savaş karşıtı konuşma ve ardından Atatürk’ün Çanakkale Savaşı’ndaki görüntüsü beni çok duygulandırdı. Hele en sondaki Prof. Dr. Manfred Osman Korfmann’a adanmıştır yazısı beni ağlattı. Gözyaşlarım gerisini okumamı engelledi. Sanırım bu vatan için canlarını vermiş olan Çanakkale şehitlerine de adanmıştı (yanlış gördüm ya da anladıysam özür dilerim).

Bu liste böyle sürer gider. Siz de ‘hiç mi eleştirin yok?’ diye sorarsınız...

Olmaz mı, bir tane var tabiî. Ama kötü bir eleştiri değil. Hani ‘olsaydı fena olmazdı’ tarzı bir şey.

Keşke diyorum, Mustafa Erdoğan bu gösteriyi Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat’a da adasaydı ya da en azından onların adları geçseydi konuşmada. Çünkü Halikarnas Balıkçısı tüm bilim adamlarının bugün ulaşılan gerçekleri bulması konusunda onlara yol açan (ki bunu pek çok arkeolog söyler), hatta kısayol yaratan çok önemli bir insandır. Azra Erhat ve tabiî ki A.Kadir olmasaydı, bugün o neredeyse orijinalinden de güzel Türkçe İlyada tercümesi olmaz, biz kim bilir nasıl bir şey okuyor olurduk. Ama Azra Erhat da Halikarnas Balıkçısı’nı tanımamış ve onun fikirlerini, tezlerini kendi bilimsel çalışmaları içinde araştırıp ona inanmamış olsaydı, bugün o tercüme de, bu gerçekler de, belki hâlâ 19. yy’ın yalan yanlış bilgilerinin perdesi ile örtülü olarak kalırdı. Sanırım Mustafa Erdoğan bu noktada bana hak verecektir.

Beni mutlu eden bir ufak detay da şu: Gösterilerden biri, ne güzel bir tesadüftür ki, 17 Nisan’a denk geliyor. Yani Halikarnas Balıkçısı’nın doğum gününe.

Prof. Dr. Manfred Korfmann’ın 2005 senesinde aramızdan ayrılana kadar bilimsel yolla yaptığını, şimdi Mustafa Erdoğan ve ekibi sanat yoluyla yapacaklar. Tüm dünyaya bir gerçeği gösterecekler: Troya ve Anadolu gerçeğini.

Mustafa Erdoğan ve tüm ekibine, ‘elinize, ayağınıza, beyninize gönlünüze sağlık’ diyorum.

Bir teşekkür de sevgili Gülben Ergen’e... O bana, ‘9 Nisan’da geliyorsun’ demeseydi, ben kim bilir ne zaman izlerdim bu gösteriyi? Sağol sevgili Gülben, çok hoş bir doğum günü hediyesi oldu bana bu.

Halikarnas Balıkçısı’nın izinde gitmeye çalışan bir Anadolu neferi olarak çok mutlu oldum ve umutla doldum.

Herkese tavsiyem, gidin ve izleyin bu muhteşem gösteriyi.

Sonra da Halikarnas Balıkçısı’nın en azından ‘Anadolu’nun Sesi’ kitabını okuyup, kolunuzun altına Homeros’un İlyada’sının Azra Erhat tercümesini sıkıştırıp Troya’ya gidin ve Troya’nın o büyülü atmosferinde okuyun bu eseri. Troya meşeleri Homeros’un, Halikarnas Balıkçısı’nın ve Manfred Osman Korfmann’ın sesinden efsaneyi fısıldayacaklardır kulağınıza...

Çarşamba, Mart 26, 2008

Hoşçakal Ayışığım!


Yapayalnız kaldım öyle buz gibi taşların üstünde.
Önce içim ürperdi, sonra ayaklarım üşüdü...
Hiçbir şey ısıtamadı beni, donup kaldım.
Yapayalnız...
Halbuki bir sürü kadın var içimde.
Hepsi ağlıyor, hepsi yasta...
Hangisine yetişeyim? Ya ben ne yapayım?

Hoşçakal Ayışığım!

Gitmezsin sanmıştım...
En azından böyle veda etmezsin sanmıştım.

Sen gittin,
Ben de gittim...
Dolunay vardı gökte, biliyor musun?
Tabiî ki biliyorsun.
Bana eşlik etti...
Yol boyu eşlik etti.

Ben şaşkın şaşkın bakarken,
O yol boyunca eşlik etti
Gülümsedi...

Aklıma küçükken büyükbabama söylediğim laf geldi:
Dedeay...
Aklıma çocukluk fotoğraflarım geldi,
Altında büyükbabamın imzası
Kemalay...

Gülümsedim...
Aya baktım,
Hâlâ eşlik ediyor yoluma,
Sanki dudağının ucunda bir gülümseme,
Sanki senin gülümsemen.

Birden donup kaldım...
Bir replik geldi aklıma:
’Hoşçakal Ayışığım!’
Ne ağlamıştım onu seyrederken.
Sanki bana söylüyorsun gibi gelmişti.
Bana söylemişsin...

Tekrar baktım aya,
Gülümsüyor gerçekten...
Senin gülümsemen işte,
Sensin o...

Şaka gibi,
Tüm bu olanlar şaka gibi.
İnanmazsam kızmazsın bana değil mi?
Bence şaka.

Dudağının ucuna takılıp kalan o gülümseme...
Şaka bence,
Evet, şaka...

İçimdeki kadınlar ağlamaya başladı gene,
Birdenbire, durup dururken...
Yok birdenbire ve durup dururken değil.
Ağıtlar yakıyorlar
Işığa...

Demek şaka değilmiş,
Gerçekmiş...

Senin dürüstlüğün,
Senin dostluğun,
Senin aydın kişiliğin,
Senin o inanılmaz zekân,
Yaratıcı beynin gibi...

Gerçek...

Sokaklarda kediler sana ağıtlar yakıyorlar...
Dünya Kediler Günü’nde seni anıyorlar, acıyla seni arıyorlar...
Tüm çizdiğin kediler gelmiş bak...

Üşüyorum,
Ayaklarım donuyor,
Dişlerim birbirine vuruyor...

İzin ver doya doya ağlamak istiyorum.
İçimdeki tüm kadınlar adına
Ağlamak...
Ağıtlar yakmak...

Hoşçakal Ayışığım!

(27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü ve 1 Nisan Savaş Dinçel’in doğum günü için bir deneme.)

Pazartesi, Şubat 04, 2008

Othello'nun Seyir Defteri...


Oğluşum Othello'm Perşembe akşamından beri veterineri Yasin abisinde...

Durumu kısaca özetlemek gerekirse şeker hastası. Nasıl ortaya çıktığına gelirsek; Othello hiç yapmadığı bir şey yapıp evde oraya buraya işemeye başladı. Yasin'e sorduğumda, sistit ya da böbrek olabilir hemen getir dedi. Tabiî İran kedisi olduğu için şeker Yasin'in de kimsenin de aklına gelmiyordu başlarda.Çünkü bu tür durumlarda bir sorun da şeker olabiliyormuş.

Neyse, bu dediklerim Perşembe gecesinden önce. Yasin zaten uzun süredir kanına bakma zamanı gelmemesine rağmen bunu öne alıp duruyordu kafasında. Othello'nun son zamanlarda kilo kaybetmesi falan düşündürmüştü onu.

Kan tablosu iyi değildi. Geçen seneki kan tablosunda şekeri 95 yani gayet normal çıkan Othello bu sefer 400'lerde dolaşıyordu. Bu arada sistit de olmuş, idrar yollarında enfeksiyon da yaşıyordu. Bunun sebebi de şekermiş bu arada.

Ben tabiî acaba nerede hata yaptım, geç mi fark ettim gibi sorular sorarken, Yasin beni biraz rahatlattı. Othello İran kedisi olması nedeniyle ve Lady Macbeth'in de (diğer İran kedim) zaman zaman diyet mama yemek zorunda kalmasından dolayı haliyle kendi de aynı mamayı yiyordu. İyi ki yiyormuş, iyi ki bu yaşında çıkmış ortaya Yasin'e göre. Çünkü o tarz beslenme (ki ben de bu konuda acayip titizimdir) korumuş oğluşumu. Eğer daha gençken çıksaymış ortaya bu durum tolore edemezmiş vücut. Gençken zormuş. Ayrıca geç de kalınmamış, çok yeni bir durummuş. Erken fark etmişiz.

Bu arada beni en çok korkutan da şu oldu. Köpeklerde şeker daha kolay kontrol altına alınıyormuş, kedide zormuş. Umarım ömür boyu insüline mahkum kalmaz...


Perşembe günü Yasin bir antibiyotik iğnesi yapıp Othello'yu Cumartesi tekrar getirmemi istedi, bir hafta kontrol altında tutulacaktı. Ama ben gece Othello'nun komaya girdiğini sandım, antibiyotiğin onu uyutmaya başladığını düşünememişim, ortalığı ayağa kaldırdım. Yasin hemen aldı Othello'yu kliniğe.

Neyse ki o an için korkulacak bir durum yoktu. Serum fizyolojik ile şekeri kontrol altına almayı denediler ama tam istediği gibi olmadığı için de bugün insüline başlandı.

Görünen tablo şimdilik şu: Pazara kadar Othello klinikte kalacak. Anladığım kadarıyla insülinle şekeri kontrol altında tutulacak, sonra da ben iğneyi yapmaya devam edeceğim ve haftada iki kere kontrole gidecek. Umuyoruz ki ileride yalnızca diyetle idare edebileceğiz durumu.

Bugün oğlumu ziyarete gittim. Alışmış ortama. Lady Macbeth çok kaldı klinikte ve alışık bu duruma ama Othello ilk defa evden uzakta. beni görünce hemen miyavladı ve kendini sevdirdi. Fırçasını götürmüştüm, gerçi onlar da taramışlar ama oğlumun tüylerini taradım uzun uzun. Sevdim oğluşumu. Serbest bıraktım gezdi. Yerlerde yattı uzun uzun.

En sevdiği şeydir yerde sert zeminde yatmak.




Oğluşum muayene odasındaki yoğun bakım ünitesinde kalıyor. Çok güzel bir alet... Kocaman. Ayrıca sıkılmasın diye doktor odasına götürüyorlarmış ara sıra, gezip eğleniyor işte...

Umarım en kısa zamanda iyileşirsin oğluşum...

Cuma, Şubat 01, 2008

Othello

Benim güzel oğlum...

Şeker hastası olmuş... :(((

İran kedilerinde pek de görünmeyen bir durummuş bu.


Şu anda veterineri Yasin abisinin kliniğinde kalıyor ve tedavi görüyor...

Umudumuz, insüline ihtiyaç duymaması ileride.

Bu arada, yoğun bakım ünitesinde misafir edilip serumla şekeri kontrol altında tutulmaya çalışılırken, benim çapkın oğlum da camdan Cihangir Parkı'ndaki kedileri gözlüyor... :)))



İyileş ve biran evvel evine dön oğluşum...

Çarşamba, Ocak 23, 2008

Gece...

Geldi gene...
Gece...

Yalnızlık, hüzün, acılar depreşti gene...
Halbuki minicik de olsa, ufacık da olsa bir umut dolar gibi olmuştu içime bugün...
Acılarımı hafifletmese bile azıcık ruhuma ışık tutacak, yüreğime nefes aldıracak minicik, ufacık bir umut...
Ama gene geldi gece...
Ben bu sefer doğrudan buraya dökmek istedim içimi...
Sen zaten yalnız değil miydin hep?
Sen zaten gecelerini yalnız geçirmez miydin?
Sen 'o' varken de yalnız değil miydin geceleri?
Değilmişim...
Hatırlıyorum da, ne ruhumu, ne gecelerimi, ne de beni yalnız bırakmazmış 'o'...
Geceler hain...
Tek tek geliyorlar üstüme, hepiniz birarada gelip boğup yok etseniz ya beni!
İçini acıtmak istemedim, bir ruh taşmasıydı bu...
Hani olur ya bana arada sırada, gülüp eğlenirken bir köşede gizli gizli ağlarım...
İşte öyle bir şey...

Perşembe, Ocak 17, 2008

Avucumdaki Yürek (*)


Avucuma bir yürek kondu...
Dünya güzeli, kocaman, yüce bir yürek...
İnanamadım, bakakaldım
Sonra yumuşacık kavradım
Seyrettim uzun uzun, nasıl attığını inceledim
Sustum, nefesimi tuttum o atışları duymak için
Kulaklarım sağır oldu, tüm dünyayı kapladı o atışların sesi...
Dokundum ona
Sıcaklığını hissettim elimde
O sıcaklık tüm vücuduma yayıldı ve benim yüreğimi de sardı
Avucumdaki yürekle aynı ritmde atmaya aynı sesleri çıkartmaya başladı yüreğim...
Şaşırdım, sonra alıştım, hatta hoşlandım...

Avucumdaki yüreği hiç bırakmadım, bırakamadım...
Nasıl bırakırdım?
Benim yüreğim de ritmini ona alıştırmış, ona uydurmuştu...
Onu bırakırsam belki de dururdu benim yüreğim, yaşamazdı bedenim...
Ben onu avucumda tuttum hep, hiç bırakmadım...
Ben bırakmazsam o zaten avucumdan düşmez, beni bırakıp gitmez sanıyordum...
Belki öyle olsun istiyordum.

Ama günlerden bir gün, ben gidiyorum dedi yürek,
İçim acıdı, kırıldım, burkuldu yüreğim, küstüm hatta kızdım...
Olmaz dedim, kabul etmedim
Edemedim, edemezdim...

Avucuma baktım
Kanıyordu yürek
Çok kanıyordu, çok fazla...
Kan yere damladı...

Ağladım
Çok ağladım
Ben gidiyorum ama hep yanında olacağım dedi yürek
Belki avucunda olmasam da
Dinle yüreğini dedi
Ben gidince dinle
Aynı benim gibi attığını göreceksin
Değişen bir şey olmayacak
Ben hep avucunda olduğumdaki gibi olacak

İnanmadım, ağladım, isyan ettim, küstüm...

Boş avucuma baktım
Sonra da yere
Kan taşa işlemiş...
Taşa işler mi kan?
İşlemiş işte...
Gördükçe içim kanıyor...
Kimse anlamıyor.
Anlayamaz, biliyorum...
Kan taşa işlemiş... Çıkmıyor işte çıkmıyor.
Sevgi de acı da aynen öyle gönlüme işlemiş...

Sustum, gözlerimi sildim
Önce bir sessizlik oldu
Sonra yüreğimin sesini duydum
Aynı onun gibi atıyordu hâlâ

Avucuma baktım
Avucum boştu
Yere baktım
Yerde kan vardı

Avucuma dünya güzeli, kocaman, yüce bir yürek koydun...
Ben onu hep sevdim,
Hep seveceğim...

(*) Yazının görüntüsü aldatmasın, bu bir şiir değil. Bir düz yazı. Olsa olsa çok gecikmiş bir mektup...

Çarşamba, Ocak 09, 2008

Unutmadık! Unutturmayacağız!

UNUTMADIK! UNUTTURMAYACAĞIZ!

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails