Pazartesi, Ağustos 08, 2011

Gözlük - bir yol hikâyesi


Kadın otobüsün camından yorgun bakışlarla dışarıya baktı. Yolun kenarındaki otlar ilgisini çekti.

Otobüs durmadan ilerliyor yoldaki çizgi hiç bitmek bilmiyordu.

Neden bir numaralı koltukta oturuyordu? Normalde cam kenarı sevmezdi. Öyle bir anda oluvermişti işte, bilet alırken ‘bir numara müsait’ diyen görevliye, ‘tamam’ deyivermişti. Neyse, olmuştu artık. Camdan dışarıyı seyretmeye koyuldu.

‘Yolun kenarında amma ot var’ diye düşündü. ‘Ne otu acaba bunlar?’ diye geçirdi içinden. ‘Bilmeden etmeden neleri çiğneyip geçiyoruz’ diye düşündü, dudağını büküp yolun kenarındaki otlara baktı. Aklına hayatta tanımayacağı otun bitkinin içinde en ender rastlanan orkideleri bulan doğa meraklıları geldi, gülümsedi.

‘Otlar sınırı aşmıyor ama’ diye düşündü yolun kenarındaki çizgiyi incelerken. Çizgi yok olmaya yüz tutmuştu. Gözlerini kaçırdı, yolun ortasındaki çizgiyi incelemeye koyuldu otobüs şoförünün omzunun üstünden.

Yolun ortasındaki çizgi onu çocukluğundan beri çok eğlendirirdi. Hele kesik olduğu zaman, tekrar düz çizgi olana kadar kaç tane çizgi var kesik kesik diye sayardı. Bunu yıllarca devam ettirdi. Araba kullanırken bile kendini bu çizgileri sayarken bulduğu olurdu. İçindeki o çocuksu heyecanı anlamakta güçlük çekiyor, bu kesik çizgileri sayma meselesinin bir nevi pisikolojik rahatsızlık olduğunu düşünüyordu. Bunun tedavisini de kendi kendine üstlenmeye karar vermişti. Bir yolunu da bulmuştu. Ne zaman bir yolda kesik çizgiler başlasa onları saydığını fark ettiği an kendi kullanmadığı bir araçtaysa başını başka tarafa çeviriyor, kendi kullandığı araçta ise de gözlerini dikkatle karşıya dikiyordu. Galiba kurtulmuştu bu illetten. Gene de içinden ‘ikiiii, dööört’ diye sayarken yakalıyordu kendini kimi zaman hâlâ. Ama başarısı da büyüktü, dördü geçmiyordu artık saymalar…

Güldü… Sesli mi düşündüm, sesli mi güldüm diye çekinerek etrafına baktı. Kimsenin ona baktığı falan yoktu. Yanında oturan kişi inmişti çoktan büyük şehirlerden birinde, diğerleri de ya uyukluyor, ya bir şeyler okuyorlardı.

Fark edilmemenin garip mutluluğuyla çantasını açtı, içinden gözlük kabını çıkarttı ve koca siyah güneş gözlüklerini taktı.

Gözlüklerin ardındaki bakışlarını yeniden camdan dışarıya yöneltti. Aslında zaman zaman sağ tarafta deniz görünmesine rağmen nedense o yolun kendi oturduğu tarafına bakmayı yeğliyordu. Yolun kenarındaki otlara takıldı gözü gene.

Sağdaki denize bakmak istedi, başını çevirdi ama deniz yoktu sağ tarafta. Sanki uçsuz bucaksız bir bozkır vardı sağda. Yola baktı, yol yerindeydi. Otobüs yoluna devam ediyordu. Yolun ortasındaki çizgi de vardı. Sola baktı, çizgi, otlar yerlerindeydiler ama sol taraf da uçsuz bucaksız bozkır gibiydi.

Yeniden yola baktı, sonsuza doğru uzayıp gidiyordu sanki yol. Sağda ve solda adlandıramadığı bir görüntü. Bozkır dese değil, çöl dese o da değil. Neredeydi? Otobüsteki insanlara baktı, herkes kendi halindeydi. Bir gariplik yoktu demek ki. Burası neresiydi? Buralardan defalarca geçmişti oysa, bu görüntü yoktu belleğinde. Düşündü, gözlerini kırpıştırdı, başını salladı. Tekrar baktı yola. Evet, aynı manzara.

Otobüs yavaşladı ve fren yaparak durdu. O ana kadar durmamıştı otobüs. Merakla camdan dışarı baktı ve yolun tam ortasındaki çift taraflı trafik lambasını gördü. Kırmızı yanıyordu. Garipsedi. Yolda refüj falan yoktu. Kavşak değildi, dört yol değildi. Ne işi vardı o lambanın orada? Neye yarıyordu?

Şaşkın ve sessiz bir şekilde beklemeye başladı. Bu arada yanındaki camdan dışarıya bakıyordu. Birdenbire bir toz bulutu sarıverdi her yeri. Tozun ardında karşı şeritten gelip tam yanlarında duran bir başka otobüsü gördü. Otobüs trafik lambasını biraz geçmiş yanlarında durmuştu.

İki otobüsün de motor seslerini duyuyordu sanki. Saldırıya hazırlanan boğalar gibi karşılıklı bekliyorlar diye geçirdi içinden ve güldü.

Toz bulutu hafifledi ve baktığı noktada otobüsün şoför koltuğunda oturan adamın direksiyonu kavrayan ellerini gördü. Beyaz gömleğine ve çizgili kravatına baktı, bakışlarını hafifçe yukarı kaldırınca adamın kusursuz yüz hatları dikkatini çekti. Kaşları kalktı kara gözlüğünün ardında.

Başını hafifçe kaldırdı ve aynı anda adam başını yavaşça ona doğru çevirdi. Adamın gözündeki güneş gözlüğünün mavi camları gözlerini görmesini engelliyordu.

Adam kadına bakıyordu ve birden yavaşça gülümsedi. Kadının yüz hatları gerildi. Adamın güneş gözlüğünün mavi camlarında kendi yüzünün ve gözlüğünün yansımasını gördü.

İrkildi kadın… Ağzının kenarlarındaki kıvrımlar yukarı doğru kalktı, gülümser gibi. Ne yapacağını bilemedi.

Adamın gülümsemesi daha da yayıldı yüzüne. Gözlerini görmeye çalıştı adamın güneş gözlüğünün mavi camlarının ardından. Göremedi. Görebildiği tek şey tüm camların birbirini yansıtıyor oluşuydu. Otobüslerin camları, gözlüklerin camları. Ama sanki adam onun gözbebeklerine kadar görmüştü.

Trafik lambasının kırmızı ışığı söndü ve sarı ışık yandı. Kadın sebebini anlamadı ama huzursuz oldu. Yeşil ışık yandı. Adam gülümsemesi hâlâ yüzünde başını çevirdi ve otobüs hareket etti.

Kadının otobüsü de hareket etti. Kadın gözlüğünün ardına gizlediği şaşkın bakışlarıyla boşluğa bakıyordu.

Adam kara gözlüklerine rağmen ta gözbebeklerine kadar görmüştü sanki. Evet evet görmüştü ve yeşil ışık yanınca kadının gözlerini de alıp götürmüştü beraberinde.

Yol akıp gitti, kadın camdan dışarıya baktı. Yolun kenarındaki otlar dikkatini çekti. Başını sağa çevirdi, masmavi denizi gördü. Yüzündeki şaşkın ifade adamın gülümsemesine benzeyen bir gülümsemeye dönüştü ve tüm yüzüne yayıldı.

Çarşamba, Şubat 09, 2011

Güle Güle Güzel Oğlum Othello...

İlk bakışta aşktı benimkisi. Korka korka, tırsa tırsa…


Korkmuştum, tırsmıştım çünkü Lady Macbeth onca zamandan sonra seni de sevmemi kabullenebilecek miydi?

İki yaşına basmana çok az bir süre kala gelmiştin bana. 2000 yılının yaz başıydı. Kedi Oteli’ni açmaya hazırlanıyorduk. Benim gibi İran kedisi delisi arkadaşım Cemal Şenelmas müthiş bir kedi bulduğunu, sahibini de ikna ettiğini, seni bana göstereceklerini söyleyince fazla oralı olmadım önce. Sonra bahsettiği kişi ve karısı ellerinde bir beyaz dişi, bir gri erkek ve iki gri, bir sarı, bir de beyaz bebek İran kedisiyle gelince kalakaldım. Karşımda dünya güzeli bir aile duruyordu ve acımasız sahiplerinden erkek olanı hepsini Mısır Çarşısı’na satmaya götürüyordu. Ortağım araya girdi ve kedileri bize bıraktılar.

Gri olan (mavi İran) ve iri yarı enteresan erkek kedi sendin. Daha ilk dakikadan itibaren tüm ilgimi ve sevgimi bir şekilde kendine çekiverdin. Bebeklerinin anası beyaz kedinin adı Bulut senin adın ise Duman’dı. “Aman Tanrım ne kadar yaratıcı…” demiştim içimden. Hiç sevmediğim sıradan kedi isimleridir bunlar. İran kedilerine şatafatlı isimler yakışır. Ama ben seni gene de uzun bir süre mecburen Duman’ım diye diye sevdim.

Otel’de kalmaya başladınız maaile. Bebekleriyle bu kadar ilgilenen bir baba, bu kadar sessiz ve sevgi dolu bir kedi görmemiştim ben o güne kadar hayatımda. Her gün hava aldırma bahanesiyle bahçeye çıkartıp kediler için oyun alanı haline getirdiğimiz yerde oynatıyordum bebekleri, sen de onlarla birlikte doğanın ve açık havanın tadını çıkartıyordun.

Zaman içinde oteli kapatma karı aldık ortağımla. Bebekleri çok iyi evlere ve ellere verdik. Ortağım karısının Bulut’u eve almak istediğini söyledi. Bana da Duman’ı almamı tavsiye etti, hem Lady Macbeth ile aynı cins kedi, belki anlaşırlar dedi. Çok düşünmedim, denemek istedim en azından oteli kapatana kadar. Lady Macbeth’i evden getirip bir müddet otelde bıraktım, ikinizi bir odaya kapatıp tanıştırdım. Lady Macbeth biraz soğuk davranan bir kediydi, hemen ısınmadı sana (gerçi ömrünün sonuna kadar da pek ısındığı da söylenemez ya).

Gün geldi çattı ve kedileri toparlayıp gitme zamanıydı. Artık senin adın Othello olmuştu. Kocamandın, iri yarı, koyu renkli ve çok yakışıklı. Eh, uygun geldi bana bu isim. Yakışmıştı bu isim sana ve sen de bakıyordun hemen Othello denince.

Evde Lady Macbeth fazla huzursuzluk çıkartmasa da sen daha çok anneannenin evinde kendini rahat hissediyordun. O sıralar da ben zaten Valideçeşme’deki evden Tarabya’daki eve taşınma hazırlıklarındaydım, eve geldiğinde koli koli üstünde zaten şaşırmıştın bence.

Herkesin kalbini, sevgisini kazanman en fazla üç saniye sürüyordu. İlgi çekmen için bir şey yapmana gerek yoktu. Tam bir İran kedisiydin ama Lady Macbeth gibi ağır başlı, sakin, yeri gelince hırçın, huysuz, istediğini bilen, yumuşacık yerlerde uyumayı seven, insan görünce rahatsız olup gidip saklanan ya da sinirlenen bir kedi hiç olmadın.

Benim tatlı oğlumdun ama seni Lady Macbeth yaşadığı sürece hiç doya doya sevemedim. Hep kıskandı Lady Macbeth seni, hep ilgi ve sevgi ona yönelik olsun istedi ve bunu da hep başardı bir şekilde. Zaten çok sorunları da vardı, önce kanser oldu sonra böbrek sorunları başladı.

Lady Macbeth öldüğünde 3 gün onun yattığı yerde nöbet tutuşunu, yas tutmanı asla unutamam.

Lady Macbeth’den sonra tüm sevgi sana aktı. Zaten çok seviliyordun, evin oyuncağıydın ama şimdi daha fazla ilgi vardı üstünde.

Lady’nin gitmesiyle şeker hastalığın ortaya çıkınca daha da bir üstüne düşer olduk. Üstüne titremeye başladık hep birlikte, veterinerlerin, ben, annem ve herkes…

Hayatımızın neşesiydin sen… Komik bir kediydin. Şımarıktın zaman zaman ve çok da yaramaz. Daha Lady Macbeth yaşadığı dönemlerde kuşların peşinden balkondan düşmen (Allahtan bir şey olmamıştı) ve o olaydan üç gün sonra kovaladığın arının seni sokması… Akla hayale gelemeyecek şeyler de yapan bir kediydin sen…


Kedi miydin? Bilemiyorum. O kadar çok insan bu nasıl kedi diye sormuştur bana. Bir arkadaşım seni çok güzel anlatmıştı: “Kedi ama, kedi değil ama kedi!” diye.


Bence de… Sen kediden de öte çok yüce bir ruha sahip bir varlıktın. Rahmetli yeğenim Caner’in gittiği gün kucağına çıkıp suratına nasıl baktığını hatırlıyorum. Nasıl ürkmüştüm. Hala hatırlarım ve ürperirim.

Kedi sevmeyen bir sürü insan senin sayende kedi sevdi, kediye dokunamam diyenler senin sayende bu garip illetten kurtuldular, hatta kedi alerjim var diyenleri bile iyi ettin sen.

Veterinerde de oranın neşe kaynağıydın. Paşa derlerdi sana.

Artık sona yürüdüğünü anlamak zor olmadı. Kabullenmesi çok zordu ama. Şeker hastalığı böbrekleri, böbrek anemiyi tetiklemişti, lökosit yoktu, makine ölçemiyordu veterinerin dediğine göre, pankreas iflas etmişti. Ne yazık ki şeker hastaları hep yan etkilerden giderler şeker hastalığından değil. İki yıldan fazla bu hastalıkla yaşadın.

Vicdanım çok rahat, ben sana çok iyi baktım, veterinerlerin Yasin ve Timur ağabeylerinin her dediğini harfiyen yerine getirdim, anneannen sana bebek gibi baktı, sağ olsun, en ufak bir şey hissettiğim an hemen kucağıma alıp veterinere götürdüm.

Vicdanım çok rahat. Sen Mısır Çarşısı’na götürülmüş olsaydın ya da bir başkasında olsaydın bu kadar yaşamazdın.

Vicdanım çok rahat, çünkü seni ne kadar sevdiğimizi sana hep gösterdik. Teyzen de, anneannen de, ben de seni ne kadar sevdik sen bunun farkındaydın.

Kucağımdan indirmedim seni. Ben “yürümeyi unutacak, kucağımdan indirmiyorum hiç” derdim, Yasin bana kızardı “bırak ta kediliğini yaşasın şu hayvan” derdi. Gece kalktığımda derin uykuda bile olsan seni kucağıma alır yatağıma yatırır sana sarılır uyurdum. Severdim, öperdim, sıkıştırırdım. Her fırsatta oynardım seninle.

İyi ki yapmışım tüm bunları. Ben hep derim “Eğer bir insanı ya da hayvanı seviyorsan, bunu onlara yaşadıkları sürece hem söyleyeceksin hem de göstereceksin. Kaybettikten sonra vicdan azabı çekmenin bir alemi yok.”

Bu açıdan sana karşı da hiç vicdan azabım yok ama kalbim çok kötü acıyor. İçim oyuluyor Othello.

Seni ne kadar sevdiğimi, içimdeki yerini ben bile tam olarak bilmiyormuşum meğerse.

Adım adım sona gidişin çok vurdu beni. Şükür ki, çok güzel bir hayat yaşadın, çok sevdin ve çok sevildin, çok eğlendin, eğlendirdin, her istediğini yaptın ve yaptırdın. Şükür ki, elden ayaktan düşmeden, kör olmadan, sakat kalmadan aslanlar gibi ayakta ve bilinci yerinde olarak yürüdün ışığa.

Bu bedendeki görevin bu kadarmış, görevin bitti ve gitmen gerekti…

Tüm bunları biliyorum. Bilgi’yi biliyorum…

Görevine gittiğini de biliyorum…

Ama içim çok acıyor gene de… Çok kıyılıyor, oyuluyor içim. Kalbim parçalanıyor ve bunu anlamayanlar ve garip bulanların gözümde zerre kadar önemi ve yeri yok…

Bu acıyı yaşayacağım, acı geçmeyecek. Hangi acı geçti ki? Yalnızca şekil değiştirdi, boyut değiştirdi.

Güle güle git oğlum… Yolun Işık Olsun!

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails