Perşembe, Şubat 14, 2013

KARDAN ADAM


Eski bir 14 Şubat yazım...



Gene eve kapandım. Ama bu sefer biraz daha tedbirli, belki de daha şanslı olarak. Bu sefer İzmir’den “hangi uçak olursa olsun uçarım, yeter ki varayım İstanbul’a” düşüncesiyle değil, sabahlara kadar havaalanlarında ve yollarda sürünerek değil, evde camdan baka baka karşıladım karı.
                                   
Bu sefer de geçen sefer olduğu gibi karın geleceği saat bile belliydi. Ben de yollarda, turlarda, yolculuklarda olmadığımdan, sakin sakin tüm hafta sonu için alış verişimi tamamlayıp, arabamı evin önüne, aküsünün yeni ve dolu olduğundan emin, antifrizi tam, silecekleri açık olarak park edip karşıladım karı.

Paul Auster’in eşliğinde geldi kar. Kehanet Gecesi’ni okurken bastırdı. Kar kitaba, kitap kara zevk kattı. Uykusuz gecelere, televizyonun önünden New York’a uzanan uzun saatlerde Kıbrıs konusunda bundan sonra neler olacak acaba diye düşünmelere, sabaha karşı kanepenin üstünde uyanmalara eşlik etti kar.

Ben Tarabya’da kuzey rüzgârlarına açık, sanki Sibirya’da yaşıyor gibiyim. Burada kar böyle yağdı mı mahsur kalınıyor. (Tamamen İstanbul şartlarından bahsetmekteyim, yoksa Erzurum’un ya da Kars’ın kara kışını da bilirim.) Görüntü kartpostal gibi... Bu sefer İstanbul insanı daha tedbirli. Bir önceki sefalet yaşanmıyor sokaklarda. Ama Bursa – Balıkesir – İzmir yolları kapalı. İnsanlar mahsur kalmış. 7000 köy yolu kapalı. Ankara – İstanbul arası tipi nedeniyle otobüs seferleri iptal. Pek çok uçuş iptal. Deniz seferleri yapılamıyor vs vs. Ama telefonlara engel yok. Hatta kablosuz telefonla camın önünde kar yağışını seyrederken ulaşıveriyorum kar altındaki başka bir şehre. Telefonun ucundaki şehir kara alışık bir şehir, orada öyle kar yağınca okullar falan tatil olmuyor:

-      Nasıl hava orada?
-      Berbat...
-      Okullar tatil mi?
-      Yok canııııııııım...
-      Tabii, neden olsun ki? Siz kara alışıksınız. İstanbul’a gelmiyorsun tabii.
-      Gelemiyorum. Havaalanı kapalı.
-      Hangisi?
-      Sizinki tabii ki...
-      Doğru ya. Bu bizim havaalanı da hep kapanıyor. Ne yapacaksın Pazar günü?
-      Kardan adam.
-      Benim için kardan adama bir soru sorar mısın?
-      Tabii...
-      Neden hiç kardan kadın yoktur da hep kardan adamlar vardır?
-      Çünkü hemen eriyen, mayışan, dağılan hep erkekler olduğu için. Kadınlar daha soğuk bakabildikleri için. Hemcinslerime bir örnek işte... Kardan adam.

Gülümsüyorum... Önce aklıma okuduğum kitaptan bir bölüm geliyor:

“Rosa ayağa kalkıp bürodan çıktığı anda Nick’in zihninden ansızın – gök gürültüsü gibi gürleyen şehvet – bu kadınla yatağa girmek için büyük olasılıkla elinden geleni yapacağı geçer, evliliğini feda etmek pahasına bile olsa. Erkekler günde yirmi kez böyle düşüncelere kapılırlar, bir insanın içinde bir arzu kıvılcımı doğması bu dürtüsünün peşinden gideceğini göstermez,...” (Paul Auster, Kehanet Gecesi)


Sonra da geçen gün hemen hemen tüm gazetelerde dikkatimi çeken bir haber:

Aşkın, "arzulama", "çekim" ve "bağlılık" olmak üzere üç aşamasının olduğu ve he aşamada insan vücudunda farklı hormonların devreye girdiği ortaya çıktı.

Zaten hep böyle haberler okunmuyor muydu ki her gün herhangi bir gazetede, ya da kadın dergilerinde? Ama bu seferki biraz farklıydı. Benim de katıldığım “aşkın kimyası” martavalına biraz bilimsel açıklama getiriyor gibiydi. Hatta tahmin ettiğim gibi, bunun bir formülü de vardı, 1+1=2 misali veya onun gibi bir şey.

BBC’nin internet sitesinden alınmaydı haber. ABD’de New Jersey Rutgers Üniversitesi’nde biyokimya araştırmalarıyla tanınan Helen Fisher diye biri varmış. (Tam burada bu konulardaki cehaletim devreye girdi tabii. Ben Rutgers Üniversitesini de, Helen Fisher’i de bilmiyorum. Genelde biyokimya araştırmaları ilgi alanıma girmediği için de, bu tür şeyleri ancak birileri okuduğum gazetelerin bir yerinde yayınlarsa ya da başka tesadüflerle karşıma çıkarlarsa görüp, okuyup haberdar olabiliyorum haliyle.)

Şimdi, bu Helen Fisher şöyle demiş: Aşkın ‘arzulama’ denilen ilk aşamasında, cinsiyet hormonları testosteron ve östrojen karşı cinsle sevişme isteğini doğuruyormuş. (Bu hepimize oldukça bildik gelen bir açıklama sanırım. Hepimiz bir yerlerde okumuş ve duymuşuzdur. Testosteron ve östrojen sözcüklerini de son yıllarda mutlaka anlamlı ya da anlamsız cümlelerde kullanmışlığımız vardır.)

‘Çekim’ denilen ikinci aşama, yaygın olarak ‘âşık olmak’ diye tabir edilen duygu haline karşılık geliyormuş. Dopamin, norepinefrin ve serotoninin devreye girdiği bu dönemde aşık olan, aşık olduğu kişiden başka bir şey düşünemiyor, iştahı kesiliyor, daha az uyuyor, hatta günün her saatinde aşkını düşünmekten çalışamıyormuş. (Şu cehalet ne kötü, bu üçü içinde bir tek şu serotonin bildik bir sözcük benim için. Son zamanlarda epey duyuyorum ve okuyorum. Şimdi anladım neden bazı insanlar şiirler yazar, şarkılar besteler ve bizi de salya sümük vaziyetlere sokarlar. Acı yaratıcılığı tetikler!)

Aşkın üçüncü ve son aşaması ise ‘bağlılık’ ya da ‘dostluk’ diye tabir edilen dönemmiş. Bu dönemi de oksitosin ve vasopressin hormonları belirliyormuş. Oksitosin orgazm sırasında her iki cinsin sinir sistemi tarafından salgılanan ve çiftler arasında bağlılığı derinleştiren bir hormon olarak görülüyormuş. (Aman Tanrım! Bu da ne? İyi ki doktor falan değilim. İnsan aşık olamaz böyle düşünürse. Sevişemez de. En azından gülme krizine girer.)

Bence oldukça doğru yaklaşımlar bunlar aslında. Ama Paul Auster aynı şeyi iki cümlede bakın nasıl özetliyor:

“Ve bütün bunlar olabilecek en ruhsuz yerde gelmişti başıma, yirminci yüzyılın havasını taşıyan bir Amerikan bürosunun sert flüoresan ışıkları altında, insanın hayatının aşkına rastlamayı hiç ummayacağı bir yerde. Böyle bir olayın açıklaması olmaz, neden şuna değil de buna âşık olduğumuzu açıklayacak nesnel bir gerekçe yoktur.”  (Paul Auster, Kehanet Gecesi)

Ama varmış işte bay Auster. Hem de tam tahmin ettiğim gibi. Bir formülü bile varmış. Her ne kadar 1+1=2 gibi basit bir formül değilse de, anlaşılabilecek kadar basit. Ama gene de bana sizin yazdıklarınız daha sevimli geldi bay Auster.

Gazetelerdeki yazı burada bitmiyor, başka bir araştırmaya daha yer vermişler. Bu seferki Arthur Arun adında New York’lu bir psikolog profesör. Bu profesörü de bilmiyorum. Kendisi aşkın dinamiklerini incelemiş ve karşı cinse ilişkin beğeninin ilk 1.5 – 4 dakika içinde oluştuğunu ortaya koymuş. Arun araştırmasında, birbirini hiç tanımayan çok sayıda çiftten 1,5 saat boyunca hayatlarıyla ilgili özel ayrıntıları anlatmalarını istemiş. Daha sonra çiftlere hiç konuşmadan 4 dakika boyunca birbirlerinin gözlerine bakmaları söylenmiş. Çiftlerin büyük bölümü gözlerine baktıkları kişilerin kendilerini derinlemesine cezbettiklerini itiraf etmiş. Hatta araştırmaya katılanlardan iki kişi de daha sonra evlenmiş. Arun’un araştırmasına göre karşı cinsin cazibesine kapılmada beden dili yüzde 55, ses tonu yüzde 38 rol oynarken konuşma sırasında anlatılanlar ancak yüzde 7'lik bir rol oynuyormuş.

Bu kadar araştırmaya da ne gerek vardı, bilmiyorum. Paul Auster bu koskoca araştırmayı da bir cümlede özetlemiş:

“Arzunun gizemi, sevgilinin gözlerine bakınca başlar, çünkü ancak orada o kişinin kim olduğuna ilişkin bir ışık yakalarız.” (Paul Auster, Kehanet Gecesi)

Bu arada unutmadan: Araştırma ‘zor insanı oynama’nın da çoğunlukla cezbedici olmadığını ortaya koymuş.

14 Şubat ne zaman ‘Sevgililer Günü’ oldu? Aziz Valentin günü değil miydi o? Hatta paganist dönemlere ait hikayeleri de yok muydu? Ayrıca 14 Şubat ‘Dünya Öykü Günü’ de değil mi? Bir de artık galiba kadınlar bundan böyle 14 Şubat’ta şiddete karşı seslerini yükselteceklermiş.

Ben bu sene 14 Şubat gününü Paul Auster ile bir yolculuk yaparak geçirmeye karar verdim. Kehanet Gecesi’nde bir yolculuk. Gittiği yere kadar! Pazar günü de her zamanki gibi elime kahvemi alıp şu ‘Kardan Adam’a bir bakarım...

(14. Şubat. 2004)

Hiç yorum yok:

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails