Sanatçının yaratış serüveni uzun ve
sancılı bir süreçtir. Eserini yaratırken, sanatçı her şeyini koyar ortaya; ruhu
çırılçıplak kalır, her şeyle hesaplaşır, her şeyle yüzleşir, hatta yara bile
alabilir. Serüven eserin ortaya çıkması ile biter ve sanatçı mutlaka başka bir
serüvene doğru yelken açmıştır.
Ortaya çıkan eser ise, ulaştığı kitlelere,
kişilere aittir artık. Sanatçıdan çıkmıştır bir kere. Bu sefer de, eserle
iletişime geçen kişi kendi serüvenine doğru yola çıkar.
Ben bir resim ya da sanat eleştirmeni
değilim. Bu nedenle benden bir eleştiri yazısı beklemeyin. Tamamen yukarıdaki
düşüncelerim doğrultusunda olacak bundan sonraki satırlar da. Tiyatro tabiriyle
“seyirci dramaturjisi” yapacağım. Gözlerimin, beynimin, gönlümün ve
ruhumun çıktığı serüveni, gördüklerim karşısında hissettiklerimi aktarmaya
çalışacağım size…
Yeryüzünde iki kişi bile herhangi bir
objede aynı ilişkileri algılamaz. O yüzden aktaracaklarım benim duygularım,
algılarım. Belki sanatçının söylemek istedikleri bile olmayabilir.
Ahmet Güneştekin’in Antrepo No. 3
mekânında “Yüzleşme” diye bir sergi açacağını duyduğumda çok heyecanlandım.
Mekânı bildiğim için, o devasa alanları nelerle dolduracak diye tahmin
yürütmeye çalışıyordum.
“Yüzleşme” sergisinden önce de Ahmet
Güneştekin’in eserlerinden ve sanatından haberdardım tabii ki. Onun sanatının,
eserlerinin, nerede, ne zaman ve nasıl ruhuma dokunduğunu ise çok iyi
hatırlıyorum. Eserlerinin girdabının içine çekilişim gökyüzünde oldu, uçakta…
Yerden bilmem kaç bin metre yükseklerde, bir yerlerde… Aslında koordinatları da
hatırlıyorum: Kuzey Mezopotamya’nın üstünde bir yerlerde…
Heyecanla beklemeye koyuldum. Nasıl bir
şey olacaktı bu sergi acaba? Adı bile ürkütüyordu beni: “Yüzleşme”.
Serginin açılış günü yaklaştıkça sosyal
medyada paylaşmaya başladı Ahmet Güneştekin eserlerinden detayları ve benim de
kafamda bazı şeyler canlandı, yerine oturdu.
Mezopotamya coğrafyasının delisi,
zamanının neredeyse kendine kalan her anını Mardin – Diyarbakır – Hasankeyf –
Batman yöresinde geçiren ben, daha sergi alanına adımımı atar atmaz eserlerin
yüzüme alev alev patlayışına şahit oldum, tek tek gönlümü ve ruhumu esir
alışlarına. Mezopotamya şaha kalktı. Mezopotamya deniz oldu, efsaneleriyle,
tarihiyle, müziğiyle, insanıyla, yaşadıkları ve yaşattıklarıyla üstüme geldi.
Antrepo’da attığım her adımda her eserin
ne kadar ince elenip sık dokunarak, nasıl ince bir matematikle sergilendiğini
fark ettim. “Muhteşem” tabiri duygularımı ifade edebilmek için az bile kalıyor…
Sanat anarşik bir olgudur. Sanatçı da
anarşisttir. Hiçbir kalıba, kurala, kurama sığmaz, sığmamalıdır. Bunun tersini
yapmak isteyenlere de izin vermemelidir. Herkes de sanatçı değildir, olamaz da.
Ahmet Güneştekin hiçbir ekole, hiçbir kurama bağlayamayacağınız, kendi
tekniğini, üslubunu yaratmış, hep daha iyiye gitmek için uğraşan ve bunu da,
eserlerin karşısında duran kişiye çok iyi hissettiren bir sanatçı. Gerçek bir
devrimci sanatçı.
Rahmetli babam eğer iş adamı olmasaydı
kesin çok iyi bir ressam olurdu. Güzel resimler yapardı. Çocukluğumda gecenin
bir saatinde uyandığımda onu değişik tekniklerle resim yaparken bulurdum.
Dünyanın en önemli ressamlarının hayatını, eserlerini dinledim ondan. Bir resme
nasıl bakmak gerektiğini, bir ressamın göz sorunu olup olmadığını nasıl
anlayacağımı, solak ressamı fırça vuruşlarından nasıl ayırt edebileceğimi
anlatırdı bana.
Bir fotoğrafçı torunu ve resim yapan bir
babanın kızı olarak hep “bakmak değil, görmek” kavramını dinledim onlardan ve
sanırım öğrendim de.
Ahmet Güneştekin solak ressamlardan ve bu
da beni son derece heyecanlandıran bir özelliği. Sergiyi gezerken her eserin
önünde uzun uzun durup, detaylara bakmaya ve onun sol fırça darbelerini görmeye
çalıştım. Muhteşem bir duygu.
Ben Ahmet Güneştekin’in eserlerinde çok
hırslı ve tutkulu bir sevgi görüyorum. Bir şeye inanıp, bir şeyi sevip, ona
kendini ve tüm ruhunu adamayı görüyorum.
Eserleri bir girdap gibi. Karşısında
duruyorsunuz ve kısa bir süre içinde sizi içine çekiyor. Anlatacağı çok şey var
o eserlerin.
Serginin adı olan “Yüzleşme” lafı bile
düşündürdü beni daha sergiye gitmeden. Sergi alanında kocaman bir aynayla
karşılaşacağımı düşündüm. Yanılmamıştım, Ahmet Güneştekin’in tüm eserleri bir
ayna aslında. Hepsi ayna tutuyor herkese ve her şeye. Hele hele “Yüzleşme”
salonuna gelip eserin içindeki aynaları görünce, karşısına geçip baktım
parçalara ayrılan suretime ve tam karşımda duran tarihe.
Mezopotamya’nın sesleri, renkleri,
kokuları, dengbejlerin sesleri doldurdu bulunduğum odalardaki her boş alanı.
Mezopotamya coğrafyasına, Mezopotamya
ovasına hayat veren güneş, toprağa hem bereketi getiren, hem de bağrını cayır
cayır yakan güneş, her resimde bir köşede ve her eseri aydınlatıyor, her esere
hayat veriyor.
Kaçış yok, nereye dönerseniz dönün
yüzünüzü… Yüzleşiyorsunuz…
Herkesin algılama, kavrama şekli
farklıdır. Kimi yazarak, kimi okuyarak, kimi bakarak, kimi de duyarak algılar,
kavrar. Herkese, her beyne göre bir şey var burada. Videolar da öyle… İnsanlık
suçları, sesler, acılar… Yüzleşin, sakın atlamayın, kaçırmayın, kaçmayın…
Her eserinin önünde, Ezidiler gibi
güneşin karşısına geçmiş ve içimden geçenleri güneşe söylerken buldum kendimi.
Mezopotamya’nın kadim topraklarının gizemi
sardı beni her eserde, türküler, şiirler, destanlar sardı etrafımı bu
topraklardan doğan. Mezopotamya’nın geçmişten günümüze bildiğim tüm sanatları
var hepsinde.
Ahmet Güneştekin Anadolu’yu çok iyi
özümsemiş bir sanatçı. Onun diğer işlerini bilenler anlarlar ne demek
istediğimi. “Güneşin İzinde” belgeselleri ve yaptığı daha pek çok iş.
Şahmeran, Simurg, Troya, Güneşe Açılan Kapılar,
Mevlana, Paradoks ve Yüzleşme onlarca eser ve konu arasında beni en çok
heyecanlandıranlar oldu, ne yalan söyleyeyim…
“Paradoks” fenomen diye
adlandırılabilecek eserlerden. Benim içimi acıttı aslında. Bölünmüşlükleri
gördüm. Bütünden parçalara ve parçalardan bütüne gitmeyi değil de,
parçalanmışlıkları gördüm.
“Güneşe Açılan Kapılar”
defalarca dönüp dolaşıp önüne gittiğim eserlerden biri oldu. İnanılmaz bir
detay var orada benim için ve o detay Ahmet Güneştekin’in evrensel boyutunu,
evrensel kimliğini gözler önüne seriyor. Üç dinin kapısı duruyor karşınızda, o
kapılara ulaştıran serüven, detaylar, renkler… Alıp götürüyor sizi. Ama
bitirmiyor orada. Üç kapıdan sonra öyle bir yol, öyle bir detay var ki, sizi içine
alıp orada olmayan evrensel kapının önüne götürüp bırakıveriyor. Mor rengiyle
de evrenselliğin gerçek aynası o yol. Kendimi “Bilgi Kitabı”nın kapağına
bakıyor gibi hissettim. İnanın defalarca dönüp dolaşıp o odaya gittim ve o
eserin karşısından zor ayrıldım.
Bir diğer heyecanı da sergiye
adını veren eserlerin olduğu odada yaşadım. O odaya da defalarca gidip
dakikalarca kalıp inceledim hepsini tek tek. Tabii boyum yettiğince ve gözlerim
detayları görebildiğince. Bahsettiğim eserler “Yüzleşme” adı verilen muhteşem
yapıtlar.
“Yüzleşme” bazı detaylarıyla beni nefessiz bıraktı,
Mezopotamya’nın orta yerinde cayır cayır yaktı.
Her eser farklı yerlere savurdu beni, Mezopotamya'ya,
Batı Anadolu’ya, Orta Anadolu’ya, Bizans İstanbul’una ve daha pek çok duygu ve boyutlara.
Eserlerin karşısına geçip
bakmakla bitmiyor iş. Tam algılayamıyorsunuz, her şeyi göremiyorsunuz. Değişik
yönlerden ve açılardan incelenmeleri gerekiyor. Bu nedenle de bazı eserleri
asılı oldukları yerden indirip yere yatırmak ve yanına uzanıp dokunmak, her
detayını incelemek, farklı açılardan bakmak istedim.
Ahmet Güneştekin’in
eserlerinin bende bıraktığı izlenim, hep devam eden, her sefer bir adım daha
öteye götüren, akıcı, devinen, yerinde durmayan, duramayan ve umut vaat eden
bir duygu şöleni.
Ben şimdi bu sergideki
eserlerden esinlenerek kurguladığım deneme yazılarımı yazmaya başlayacağım. Siz
de 30 Aralığa kadar kendinize bir iyilik yapın, gidin bu sergiyi görün,
yüzleşin! Kaçırılmaması gereken bir iş. Türkiye’de yapılmış en iyi işlerden biri,
belki de en iyisi, ta ki Ahmet Güneştekin bir sonraki işiyle daha iyisini
yapana kadar.
Eline, beynine, gönlüne sağlık
Ahmet Güneştekin…
Ömrün uzun, eserlerin sonsuz
olsun…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder