Sevgili TAŞ KAHVE dostları,
Benimle ilgili tüm bilgilere ulaşabileceğiniz web sitem NÜKHET EVERİ artık yayında.
Karışıklık ve dağınıklığı önlemek amacıyla blog yazılarıma da oradan devam edeceğim.
Artık TAŞ KAHVE blogum web sitemin "Yazılar" bölümünün altında bulunmaktadır.
Şu sıralar tüm önemli ve kaybolmasını istemediğim yazılarımı oraya taşımakla uğraşıyorum.
TAŞ KAHVE blogu daha çok yazar kimliğimle kaleme aldığım yazılardan oluşacak.
Bu arada bir başka blogun da daha çok turizm yazıları içerikli olmasını planlıyorum. Bunu da "Geziler" bölümünün altında yapmayı düşünüyorum.
Bir tek VEGAN blogumu web siteme almıyorum. O blog olduğu gibi kalacak ve hayatına kaldığı yerden devam edecek.
Bundan sonra sizleri burada değil web sitemde TAŞ KAHVE blogumda ağırlayacağım.
Bir kahve içimi beklerim...
http://nukheteveri.com
Taş Kahve
Cuma, Kasım 27, 2015
Pazar, Ağustos 16, 2015
"MOR EŞEK" Yola Çıkmaya Hazırlanıyor...
Dün gece geç saatlere kadar MOR EŞEK Sosyal Sorumluluk Projesi'nin proje kısmının yazımıyla uğraştım...
Hatırlayacaksınız, buradan da paylaşmıştım, Suruç'ta katledilen gençlerin oyuncak torbasındaki "mor eşek" beni nasıl ağlatmıştı, yazmıştım kafamdan geçenleri.
Şimdi bu "mor eşek" bölgede yaklaşık 15 senedir sürdürdüğüm sosyal sorumluluk projelerine bir şekil vermek, daha kalıcı ve daha verimli kılmak için de sebep olacak umudundayım...
Aslında sosyal sorumluluk projelerine şiddetle karşı çıkan ve "keşke her şey ve her yer güllük gülistanlık olsa da, bu projeler olmak zorunda kalmasalar" diye de düşünen bir insan olarak, işte tam da bu nedenle "MOR EŞEK" doğdu...
MOR EŞEK Güneydoğu ve Doğu Anadolu'daki çocuklara yönelik bir sosyal sorumluluk projesi olacak.
Bu proje yalnızca çocuklara yönelik olup, üniversite çağına kadar çocuk okutacak (*), oyuncak, kitap, kırtasiye, giyim kuşam-ayakkabı vs gibi ihtiyaçları karşılayacak ve kütüphaneler (**) yapacak.
Şimdilik proje bu aşamada, oluşum döneminde her türlü gelişme ve geliştirilmeye hazır vaziyette...
(*) Projenin çocuk okutma bölümü bir nevi burs sistemi gibi olacak. İlk etapta düşüncem Mardin'in pilot bölge olması ve 5 kız, 5 erkek çocuğun seçilip okutulması. Bu büyüyebildiği kadar büyümeli ve tüm bölgelere yayılmalı. Bu burslar için özel ürünler tasarlatmayı düşünüyorum. Belki mor eşekler ve bazı başka ürünler... Bu konularda en duyarlı olduğunu bildiğim insanlarla görüşmelere başladım bile...
(**) Projenin kütüphaneler meselesi ise benim yıllardır kafamda olan bir düşünce. Bölge okullarına kütüphaneler yaptırmak. Olanları geliştirmek adına destek sağlamak. Bu konuyu tabii ki tüm diğer detaylara yaklaştığım gibi çok profesyonelce ele almaya kararlıyım. Faydalı ve iyi bir kütüphane nasıl olmalıysa öyle olmalı bu kütüphaneler de...
Ben çok mutlu bir çocuktum... Her çocuk mutlu olsun istiyorum... Her çocuk çok özeldir. Bu yüzden de onlara tüm mutlu çocukların mutluluğunu hediye etmek istiyorum...
Ben içimdeki çocuğu kaybetmedim, istiyorum ki onlar da asla kaybetmesin! Masallar okusunlar, resim yapsınlar, ayakları üşümesin, okula gitsinler, çocuk olsunlar, çocukluklarını yaşasınlar ve geleceğe umutla bakabilsinler...
Oturup üzülmek ve sonra da unutmak değil, icraat gerek...
MOR EŞEK hepimizin projesi olacak, benim her işimin bir parçası olacak (turlarımın, kitaplarımın, yaptığım her işin)...
"MOR EŞEK" projesi bunun için yola çıkmaya hazırlanıyor... Hep genç,mutlu ve umutlu olsun birileri diye...
Umarım ki, sizler de her türlü desteğinizle "MOR EŞEK" projesinin bir parçası olursunuz belki zamanı geldiğinde...
Sevgiyle kalın, hep çocuk kalın!
Etiketler:
Anadolu,
Düşler Atölyesi,
Güneydoğu,
Mor Eşek,
Sosyal Sorumluluk
Cumartesi, Ağustos 08, 2015
Zaman Durur Mardin'de - 1
ZAMAN DURUR MARDİN'DE...
2002 senesinde Mardin'de çektiğim bir fotoğraf. Fotoğraftaki yer Cercis Murat Konağı. Fotoğrafta görünen teras artık camlarla kapatılmış, tepesi örtülmüş vaziyette ve restoranın ana mekânı olarak kullanılıyor.
Konak Mardin'in en önemli mimarlarından Sarkis Bin Lole tarafından yapılan onlarca eserden biri.
Buraya kadar iyi hoş ama bu fotoğrafta hep içimi burkan bir şey vardır, adlandıramadığım bir şey...
Mardin evlerinin pencereleri önce utangaç utangaç kendi avlusuna sonra da ovaya bakan gözleridir o evlerin, Murathan Mungan'ın dediği gibi. Bu konakta da bu vardı hep, en azından bu terasın üstü örtülmeden önce.
Yaşadığımı, nefes aldığımı hissetmek için mutlaka çıkıp uzaklara baktığım bir terastı burası fotoğraftaki haliyle. Önümde sonsuza dek uzandığını düşündüren Mezopotamya Ovası, kafamı çevirip arkama baktığımda gökyüzüne değdiğini düşündüren taş kale...
Özgürlük duygusunu en çok bu terasta hissettim ben senelerce. Tüm o feodal sistemin, hâlâ yaşayan aşiret ve cemaat kavramlarının dört duvar arasına sıkıştırdığı özgürlükler bu teraslarda patlama noktasına ulaşıyordu bence.
Evet ben Mardin'in tüm taş konaklarının teraslarında özgürlük hissi duyarım. Ama en çok bu konakta bunu iliklerime kadar hissetmişimdir.
Bu fotoğrafı çektiğimde rüzgârlı bir hava vardı, iyi hatırlıyorum. Rüzgâr özgürlüğün ta kendisidir. Alır başını istediği yere gider. İstediğini de beraberinde istediği yere götürür.
İşte o rüzgârda beni müthiş etkileyen bir olay oldu. Birdenbire şiddetlenip terastaki bazı sandalyeleri yere devirdi. Bazıları ise ayakta kaldı, yerlerinden bile kıpırdamadı...
Taşların arasına sıkışan, pencerelerden süzülmeye çalışan hayatları hatırlattı bana bu. Özgürlüğün ağır bedelini... Nefes almaya çalışırken pat diye yere yıkılmayı... Yalnızlığı...
Bir rüzgâr eser Mardin'de...
Uçurtmalar havalanır...
Çocuklar koşar...
Ovanın tozu kalkar...
Sandalyeler düşer...
Suriye'den çölün kumu gelir...
Güvercin ters takla atar...
ve...
Zaman durur Mardin'de...
Not: Yıllar önce başladığım, daha önce de burada paylaştığım ama bir türlü bitir(e)mediğim bir yazıya yeniden oturdum. Bazı bölümlerini paylaşayım dedim... İlk bölümle başlıyorum. 2012'den kalma olduğu için tekrarın kusuruna bakılmaz umarım...
Etiketler:
Deneme,
Güneydoğu,
Mardin,
Yazılarım,
Yüzleşmeler
Cumartesi, Ağustos 01, 2015
Fotoğraflardaki Sır
Bundan birkaç
sene önce Cumhuriyet Dönemi fotoğrafçılarından olan büyükbabamın
fotoğraflarının arasında 5,5x9cm ve 6,5x10cm boyutlarında birkaç fotoğraf
buldum.
Fotoğraflar
hemen ilgimi çekti, çünkü hepsi Mardin’de çekilmişti. Bunlar o güne kadar nasıl
dikkatimi çekmemişti? Onca kez büyükbabamın fotoğraflarını didik didik etmiş
ama bunları fark etmemiştim. İşin ilginç tarafı, hepsi de bir arada
duruyorlardı.
Bu sorular
yerini başka sorulara bıraktı fotoğrafları incelediğimde. Büyükbabam hiçbir
fotoğrafta yoktu. Büyük ihtimal o çekmiştir fotoğrafları diye düşündüm. Peki ya
bu fotoğraflardaki insanlar kimdi?
Hemen annemin
yanına gittim, mutfakta yemek yapıyordu. “Anne, dedem (ben büyükbabama dede
derdim o yaşarken, hâlâ da öyle derim) Mardin’e gitmiş, fotoğraflar buldum”
dedim heyecanla.
Annem hiç
reaksiyon göstermedi, pişirdiği yemekle uğraşmaya devam ederken gayet kesin ve
emin bir tarzda “Kemal bey Mardin’e gitmedi” dedi, “o fotoğraflar başkasının
olmalı.”
Şaşırmıştım.
Biraz da bozulmuştum. Büyükbabamın Mardin’e gitmiş ve fotoğraflar çekmiş
olduğunu öğrenmek hoş olurdu tam da “Mardin / Güneş Ülkesi” kitabımı yazma
hazırlıklarında olduğum o günlerde. Ne hayaller kurdum iki dakikada kafamda.
Masama oturup
fotoğrafları incelemeye başladım. Hemen hemen her fotoğrafta aynı adamla kadın
vardı. Belli ki karı kocaydılar ve buralarda geziyorlardı. Kadın ve adam bir
çeşmenin başında, Deyrulzafaran Manastırı’nda, adam Deyrulzafaran yolunda tek
başına, kadın tek başına Şehidiye Camii minaresi görüntüsüyle, aynı karede bir
sefer de adam tek başına, sonra bir fotoğrafta bir grup insan (bu fotoğrafta o
çift yok ama fotoğraf belli ki o günlerde çekilmiş, arkada Mardin manzarası),
ne amaçla çekildiğini anlamadığım bir başka fotoğrafta boş bir alan var ve
birileri görünüyor ama anlaşılmıyor ve son bir foto daha, işte orada bir
gariplik fark ettim.
Bu fotoğrafta
kadın duruyor, arkasında Mardin görüntüsü ama bu sefer
yanında kocası olduğunu düşündüğüm o kişi değil, daha genç bir erkek duruyor ve
sanki bir yeri ya da bir şeyi işaret ediyor gibi elini Mezopotamya Ovası’na
doğru uzatmış, kadın da ona bakıyor. Fotoğraftaki garipliği hemen buldum! Bunu
büyükbabam çekmiş olamazdı, fotoğraftaki hata çok büyüktü. Adamın ileriye
uzattığı kolu kadının yüzünü kapatıyordu ve büyükbabam gibi bir fotoğrafçının
böyle bir hata yapması mümkün değildi. Peki bu fotoğraftaki adam kimdi? Diğer
fotoğrafların hiçbirinde yoktu…
Düşünceleri bir
kenara itip fotoğrafları taradım ve bilgisayarda büyük boyutta incelemeye
başladım. Gözlerime inanamadım. O Mezopotamya Ovası’nı işaret eden adam benim
babam.
Bir şeyler
açığa kavuşmuya başlıyordu. Diğer tüm fotoğrafları büyük ihtimalle babam
çekmişti ve bu çiftle birlikte geziyorlardı. O fotoğrafı da kadının kocası olduğunu
düşündüğüm adam çekmişti.
Peki ama bu
fotoğraflar ne zamandandı? Bunlar kimdi?
Hemen Ahmet
Maden’i aradım. Bilse bilse o bilirdi. Fotoğrafları görür görmez 1950’li
yılların başlarında çekilmiş olmaları gerektiğini söyledi, babamın olduğu
fotoğrafta arkada dönemin Emniyet Binası’nın (bugünkü İzala Otel) inşaat
halinde oluşundan anlamıştı. Bir de Deyrulzafaran Manastırı’nda çekilen
fotoğrafta köşede başını öne eğmiş duran genci hemen tanıdı, “bak bu bizim
Bahe” dedi. Hani hikâyesiyle bütün Türkiye’yi ağlatan Bahe, annesinin manastıra
bıraktığı, ölene kadar annesini beklediği anlatılan Bahe. Evet, dikkatli
bakınca ben de fark ettim. Gülümsedim…
Bahe’yi geçtiğimiz yıl kaybettik, bu fotoğrafları bulduğumda yaşıyordu
henüz.
Elimdeki
verilere göre, büyük ihtimalle babamın asker olduğu dönemdendi bu fotoğraflar.
Babam 1931 doğumluydu ve Diyarbakır’da askerlik yapmıştı. Oldukça da
mantıklıydı bu durum. İzinde falan Mardin’e gelmişti belki ve birileriyle geziyordu…
Daha fazlasını
bulamadım ve öyle kaldı orada her şey… Ben o çiftin kim olduğunu merak ettim o
günden sonra hep. Bir yerden bir şekilde bir şeyler öğrenmek nasıl mümkün
olabilirdi? Kimdi bu insanlar? Mardinli olmadıkları belliydi, belki de
yabancıydılar. Zaten Mardinli olsalar mutlaka bir tanıyan çıkardı diye
düşündüm.
Yıllar geçti… O
fotoğrafları zaman zaman sosyal medyada paylaştım. Ama orijinalleri hep elimin
altında, gözümün önündeydi.
O fotoğrafları
bulduğum günden beri hep “Benim Mardin sevgimin sırrı bu fotoğraflarda” diye
düşündüm ve her sefer garip bir his kapladı içimi…
Geçen yıl
kızkardeşim Zeynep kendine ait fotoğrafları ayırmak ve çift fotoğrafları alıp
albüm yapmak için benden bir sürü fotoğraf götürdü kendi evine ve yine
geçtiğimiz haftalarda bana telefon edip, “Nükhet, bendeki fotoğrafların içinden
bir Mardin fotoğrafı çıktı, babanın bir fotoğrafı, arkasına da (MARDİN 18-3-951)
yazmış” dedi.
Nasıl sevindim.
Tarih kesinleşmişti, Ahmet Maden doğru tespitte bulunmuştu.
O fotoğraf da
geldi ve diğerlerinin yanındaki yerini aldı. Fotoğrafta babam belinde asker palaskasıyla…
Tamam, askerlik dönemiydi işte. Bu arada Deyrulzafaran Manastırı’nda çekilmiş
olan fotoğraftaki rahibin rahmetli Cebrail Allaf olduğunu öğrendim. Ama o
çiftle ilgili herhangi bir bilgiye ulaşamıyordum.
Kim olduklarını
öğrenmek için yanıp tutuşmaya başladım. Gittikçe daha çok merak eder olmuştum.
Kimdi bunlar? Bu duygumu sosyal medyada paylaşınca bazı tahminler geldi bazı
kişilerden ama bu bilgiler pek de inandırıcı gelmedi bana.
Bir akşam yine
bu konuda düşüncelere dalmış otururken, Gabriel Rabo’dan bir mesaj geldi.
Birkaç yıl önce bu fotoğrafı gördüğünü, o çifti soruşturduğunu ama bulamadığını
söylüyordu. Hemen sohbete başladık. Fotoğrafların hikâyesini anlattım. Birine
benzettiğini hatta neredeyse emin olduğunu söyledi bana. “Bir dakika” dedi,
“bende bir kitap var ve kitapta da bir fotoğraf, onu yollayayım.”
Biraz sonra
karşımda yaşlı bir adamın fotoğrafı duruyordu. Evet, dikkatli bakınca elleri,
ağız ve yüz çizgileri, çenesi, kaşları, gözleri benziyordu. Ama tam emin
olamamıştım.
Gabriel Rabo’nun verdiği bilgiler doğrultusunda bir yandan sohbet
ederken bir yandan da internetten araştırmaya başladım. Çok ilginç şeylere
hatta bahsi geçen adamın soy ağacına kadar ulaştım. Bir de gençlik fotoğrafı
buldum. Kesinlikle 1950’lerden çok önceye ait bir fotoğraf.
Fotoğrafa bakıp
kalmışım… Şoka girmiştim sanki… Bu oydu… Yıllardır kim olduğunu merak ettiğim
adam işte karşımda duruyordu. Karşımda duran gençlik fotoğrafından onun
olduğunu anlamak çok daha kolay olmuştu ama emin olamazdım tabii.
Hemen bulduğum
fotoğrafı Gabriel Rabo’ya yolladım. Biraz sonra “Bu o” dedi, “kesinlikle o.
Eminim…”
Biraz
araştırdım… İnanılmaz bir hikâyeyle karşı karşıyaydım. Bir efsane vardı
karşımda…
Efsane profesör
lakaplı Arthur (Karl) Võõbus idi fotoğraflardaki esrarengiz adam.
Dünyanın en
önemli, en büyük Süryanice uzmanlarından birinin fotoğraflarına bakıyormuşum
meğerse senelerdir ben.
Arthur (Karl)
Võõbus 1909’da Estonya’nın Tartu Bölgesi’nde Vara’nın Matjama köyünde bir
öğretmen çocuğu olarak dünyaya geliyor.
1926’da
Tartu’da Hugo-Treffner Gymnasium’u bitiriyor ve 1932’de de Tartu Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nden mezun oluyor. 1933-1940 yılları arasında Estonya
Protestan-Luterhan Paulus cemaatinde papaz olarak görev yapıyor.
“Sören
Kirkegaard’a göre gerçek Hıristiyan, gerçek Hıristiyan yaşamı ve gerçek
Hıristiyan kilisesi” adlı çalışmasıyla 1934’te “Magister Theologiae” ünvanını
alıyor. Roma, Paris, Londra, Berlin ve Leipzig kütüphanelerinin ve değişik el
yazmaları koleksiyonlarının Süryanice el yazmalarını inceliyor.
Süryaniceyi de üniversitede
Estonyalı şair, ilahiyatçı, doğubilimci ve etnolog Uku Masing’den öğreniyor.
20.06.1936’da
varlıklı bir tüccarın kızı olan Ilse Luksep ile evleniyor. Haziran gelini Ilse
Luksep (fotoğraftaki güzel kadın) 1918 doğumlu ve benim gibi koç burcu. Bu evlilik
Arthur’a büyük bir kilisede görev yapma imkânının yanı sıra, araştırmalarını yürütebilmesi
için maddi alt yapıyı da sağlamış.
1937 yılında
Märt adını verdikleri bir oğulları dünyaya geliyor.
1930’ların
sonlarına doğru o güne kadar yayınlanmış olan tüm Süryanice metinler hakkında 3
çalışma yapmış olması gerekiyor.
1940 yılında Rusya’nın
Estonya işgalinden kaçarak Almanya’ya yerleşiyor ve 1941’de henüz daha dört
yaşında olan oğulları Almanya’nın Schwerin şehrinde ölüyor.
Almanya’da
yaşadığı bu dönemde muhalif tutumu Gestapo’nun dikkatini çekiyor ve Almanya’nın
Estonya’yı işgal etmesi üzerine yeniden Estonya’ya taşınıyor.
Tartu
Üniversitesi’nde “10. yüzyıla kadar Suriye, Mezopotamya ve İran’da
keşişlik/manastır hayatı” üzerine doktora yaptığı 1943 yılında çiftin kızları
Ruth dünyaya geliyor.
1944’te ikinci
kez Rus işgalinden kaçıp Almanya’ya yerleşiyor. 1944-1948 yıllarında mülteci
kamplarında papaz olarak çalışan Arthur, 1946-1949 yılları arasında da Hamburg
yakınlarındaki Pinneberg Baltık Üniversitesi’nde Eski Kilise Tarihi profesörü
olarak akademik kariyerini sürdürüyor. Fakat bu üniversite kapatılıyor ve 1955
yılına kadar Londra’da British Museum’da çalışıyor.
1951 yılında
çiftin Eti adında bir kız çocuğu dünyaya geliyor. Bu fotoğraflar çekildiğinde 22
Ocak’ta doğmuş olan bebek demek ki henüz iki aylık. (Tabii onu yanlarında getirip
getirmediklerini bilemeyiz.)
Daha sonraları 1977
yılına kadar Chicago’da Lutheran School of Theology’de
(LSTC) “Yeni Ahit Bilimi ve Eski Kilise Tarihi” profesörü oluyor.
Arthur (Karl)
Võõbus, pek çok bilim akademisinin yanı sıra, Hollanda Kraliyet Bilim ve Sanat
Akademisi üyesi ve çalışmaları ağırlıklı olarak “Erken Hıristiyan Dönemi
Süryanice Literatürü” üzerineydi.
Bu gezileri
sırasında Süryanice el yazmalarını fotoğraflıyor. Bu sayede 1,5 – 2 milyon
sayfalık bir arşiv ortaya çıkıyor. 1979’da bu koleksiyon baz alınarak
Chicago’da “Institute for Syriac Manuscript Studies” kuruluyor.
Yaptığı araştırmaların sonuçlarını örneğin “Corpus
Scriptorum Christianorum Orientalium” CSCO gibi yazı dizileri olarak yayınlıyor,
80’in üzerinde araştırması, 240’ın üzerinde Estonca, İngilizce, Almanca, Fransızca
ve Arapça makalesi var. Pek çok da yayınlanmamış makalesi olduğunu biliyoruz.
1951’de
“Sürgündeki Estonya İlahiyat Derneği Araştırmaları” yazı dizisini oluşturuyor.
Bunlar popüler ve bilimsel araştırmalar olarak ikiye ayrılıyorlar.
Arthur Võõbus
“Doğu keşişliği araştırmaları öncüsü” kabul ediliyor.
Süryanice
bilimsel çalışmalarının yanı sıra Estonya Protestan Kilisesi’nin güncel durumuyla
ilgili yazıları da var. Estonya dini ve kültürel tarihi üzerine olan bu
yayınları akademi duygusal ve kesinlikle anti-komünist olarak tarif ediyor.
Arthur (Karl)
Võõbus 25 Eylül 1988’de ölüyor ve 1 Ekim 1988’de gömülüyor.
Hikâyenin tam
burasında çok fena oldum, çok garip hissettim. Babam da aynı yıl öldü çünkü,
hem de 19 Ekim’in ilk saatinde. Yani 24 gün sonra…
Arthur (Karl)
Võõbus’un yaptığı çalışmalar 21. yüzyılı da oldukça etkilemiş. 1998-2004
yılları arasında Tartu Üniversitesi’ndeki çeşitli sempozyumlarda Almanya,
İngiltere, ABD, Finlandiya ve Rusya’dan din ve tıp tarihi, dilbilimi ve Doğu
Akdeniz arkeolojisi dallarındaki bilim adamları tarafından işlenmiş.
Karısı Ilse’nin
öldüğü 2005 senesinde Chicago’daki Lutheran School of
Theology, Chicago Üniversitesi Doğu Bilimleri Enstitüsü ile Arthur Võõbus’un
Süryanice el yazmaları koleksiyonunu kataloglamak ve dijital ortama geçirmek
için bir anlaşma imzalamış.
Şimdi inanılmaz bir arşiv var tabii haliyle…
***
Kafamda onlarca
soru…
Babamla nasıl
tanıştılar? Neler konuştular? Babamla birlikte gittikleri Deyrulzafaran
Manastırı’nda ne yaptılar? Mardin’de nereleri gezdiler?
Bu onlarca
sorunun yanında onlarca da hikâye beliriyor kafamda…
Bu arada toplu
fotoğraftakilerin bazıları büyük ihtimalle o dönemin Protestan Misyonu’ndan
birileri, Deyrulzafaran yolundaki küçük kızın da kim olduğunu sanırım bulmak
üzereyim…
***
Bence daha pek
çok detay eksik ve ben öyle hissediyorum ki, başka şeyler de çıkacak ortaya…
Bu arada en
başta belirttiğim “Neden Mardin?” sorusuna bulduğum cevap ne diye merak
ediyorsunuz büyük ihtimalle…
Ben bu
fotoğrafları bulduğum günden beri hep Mardin sevgimin sebebi bu fotoğraflarda
saklı diye düşündüm…
Bu sebebini bir
türlü açıklayamadığım, bilemediğim bir duygu içimden gelen.
Ortadoğu
coğrafyasına özellikle de Lübnan’a olan sevdamın babamın etkisiyle olduğunu
düşünürüm hep. Ama daha derine inince insanoğlunun açıklayamadığı pek çok şey
çıkıyor karşısına.
Neydi gerçekte
bu Ortadoğu coğrafyasına olan sevgim, Mardin’e olan bu tutkulu aşkım? Yıllardır
Süryanice öğrenmek isteyişim ve bunun gerçek oluşunun tam da bu sırrı çözdüğüm
döneme denk gelmesi...
Babamla bu
insanların yollarının kesişmesi, yüzlerce evet gerçekten de yüzlerce fotoğrafın
içinde bunların beni bu kadar derinden etkilemesi, her birine onlarca hikâye
yazışım kafamda, benim yollarımın bu topraklarda kesiştiği insanlar…
Öyle derin
derin düşündürüyor ki beni bu konular… Ne güzel bir detay, hoş bir hikâye, aman
canım sen de, hayat işte falan diyerek geçip gidemiyorum…
Etiketler:
Anadolu,
Deneme,
Fotoğraflar,
Güneydoğu,
Mardin,
Mezopotamya,
Süryanice,
Yüzleşmeler
Çarşamba, Temmuz 22, 2015
Mor Eşek
Son zamanlarda o kadar çok fotoğraf ağlattı ki beni...
Ama bunların içinde en çok içime dokunan Suruç'ta katledilen gençlerin oyuncak torbasındaki "mor eşek" oldu.
Kim bilir hangi çocuk o mor eşekle oynayacaktı eğer sağ salim gitselerdi karşı tarafa...
Neler düşünecekti? Nasıl hayaller kuracaktı? Bu eşek neden mor diye düşünecek miydi? İleri yaşlarında küçükken bir mor eşeği olduğunu hatırlayacak ve kimsenin görmediği bir anda yüzünü kocaman bir gülümseme kaplayacak mıydı?
***
Yas ilan edilmez… Edilmeyecek belli… Edilmezse edilmesin. İnsan olan gereğini yapar zaten.
***
Öte yandan bir yaşam var akıp giden. Süre gelen onlarca acı var. Başka gerçekler var onlarca...
Tüm bu olanları unutmadan ve gereğini yaparak yaşamaya devam etmek de gerekiyor.
Tepki vermenin, göstermenin çok çeşitli yolları var.
Klavye başında kahramanlık yapanlardan olmadığımı bilen bilir.
Bugüne kadar kaçınız benim hangi sosyal sorumluluk projelerinde olduğumu, neler yaptığımı biliyorsunuz? Çok azınız. O çok azınız da her şeyi bilmez. Çünkü anlatmam.
Rahmetli babamın dediği gibi "cenazende çıksın ortaya yaptığın iyilikler", tıpkı onun cenazesinde hayretler içinde kaldığımız gibi, neler yaptığını ailesi olarak nasıl bilmediğimize şaşırdığımız, şimdi öldüğü gün yas mı tutalım, ne muhteşem bir adammış diye sevinelim mi diye düşündüğümüz gibi...
Bazıları gibi ben bunu yaptım, buraya gittim tarzı vıcık yazılarla vicdanımı rahatlatmam…
Bilen bilir o insanlarla nasıl aynı ritimde nefes aldığımı…
Rahmetli babamın mirasıdır aslında bu bana.
***
Ben bundan sonra iyi olmayacağım...
Ama birileri iyi olsun diye yaptıklarıma kaldığı yerden devam edeceğim.
İnadına gideceğim...
İnsan olarak, turizmci olarak, yazar olarak elimden ne geliyorsa yine fazlasıyla yapmak için gayret göstereceğim.
Bugüne kadar kadınlar, çocuklar ve halk için direkt ya da indirekt ne yaptım ve hatta yaptırdımsa bin mislini yapmak için kolları sıvayacağım ve zaten bu yaptıklarımdan ibaret olan gerçek hayatıma döneceğim...
***
Bunları neden mi yazdım?
Kimse yas tutmuyor, olanları unuttu, neden yazmıyor falan demesin diye...
Nedeni açık: icraat gerek icraat...
Klavye arkasına saklanarak ya da bir kereliğine vicdanını rahatlatarak olmuyor bu işler...
***
Mor evrensel bir renktir... Mor eşek de bundan böyle benim gönlümde bir şeylerin sembolü artık...
***
İyi değilim, iyi olmayacağım...
Birileri iyi olsun diye dönüyorum hayatıma...
Etiketler:
Anadolu,
Deneme,
Güneydoğu,
İnsan Hakları,
Mezopotamya,
Yüzleşmeler
Cumartesi, Temmuz 11, 2015
Galiba Hayatımın İlk Aşkıydı...
Galiba hayatımın ilk aşkıydı…
Ölüm haberini duyduğumda içime aşk acısı
gibi bir acı çöreklendi. Eve kadar zor geldim. Düşler Atölyesi’ne kapanıp
ağladım.
Amcama benzetirdim. Annem kızardı:
“Nesini seviyorsun o kanlı gözlü adamın? Neresi benziyor amcana?”
Sesimi çıkarmazdım. Çünkü evdeki Dr
Zhivago Longplayini çalmama da kızardı bakarsın. Plağın kapağındaki fotoğrafa
bakar dalar giderdim.
Amcama benziyordu. Evet annem haklıydı,
gözleri kanlıydı ama bu onu daha çekici yapıyordu sanki. Belki de annem haklıydı,
belki amcama o kadar da benzemiyordu, amcam daha yakışıklıydı ama yok yok
benziyordu canım…
Robert De Niro ve Omar Sharif… En
sevdiğim aktörler. Ondan da ötesi: Her filmini izlediğim yegâne aktörler. Omar
Sharif’in Mısır Kültür Bakanlığı için çekilmiş garip bir filmine kadar ne varsa
izlemiştim.
Kumardan nefret etmeme sebep olan
adamdır ama öte yandan briç oynadığı için briç kitapları alıp briç öğrenmeye de
niyetlenmemin altındaki sebep yine kendisidir. Bilgisayarların ve bilgisayar
oyunlarının Türkiye’de yerini yavaş yavaş bulduğu dönemlerde Omar Sharif’le
briç adlı bir oyunu sırf üzerinde onun resmi var diye indirmiş ve yıllarca
oynamıştım. Annem ne yaptığımı sorardı, “Omar Sharif’le briç oynuyorum”
derdim.
Birlikte rol aldığı aktrisleri nasıl
kıskanırdım anlatamam… Funny Girl’de Barbra Streisand’dan nefret etmiştim.
Filmlerini izlerken ne hayaller
kurardım. O coğrafyalara giderdim. Her nerede geçiyorsa filmin konusu oraya.
Ortadoğu insanının temel özelliklerini taşıyan bir adamdı ama öte yandan da
Mısırlı olduğunu akla bile getirmeyecek bir Avrupalı salon adamı imajı da
çiziyordu…
Asla “Mısırlıyım ben, Mısır’ı sevin” tarzı bir milliyetçi tavrı yoktu, ben de zaten Mısır’ı pek sevmem. Fakat düşününce bana Ortadoğu aşkını aşılayan insanlardan biri olduğuna da kalıbımı basarım.
Asla “Mısırlıyım ben, Mısır’ı sevin” tarzı bir milliyetçi tavrı yoktu, ben de zaten Mısır’ı pek sevmem. Fakat düşününce bana Ortadoğu aşkını aşılayan insanlardan biri olduğuna da kalıbımı basarım.
Unutamadığım iki rolü vardır. Biri
Belmondo ile başrolü paylaştığı Le Casse filmindeki dedektif rolü,
diğeri de Laurence of Arabia’daki Oscar’a aday gösterildiği Sharif Ali rolü…
Kaç kez izlediğimi unuttum ama her sahne ve her replik aklımda neredeyse…
“Aslında daha çok babana benziyordu”
dedi annem. Yüzüne baktım, gülümsedim. “Evet, yaşlanmaya başladığında babama
benzemeye başlamıştı ama gençliğinde amcama benziyordu” dedim.
Düşler Atölyesi’nin merdivenlerine yöneldim.
Düşler Atölyesi’nin merdivenlerine yöneldim.
Basamakları ağır ağır inerken içimi
büyük bir hüzün kapladı, aşk acısı gibi…
Çarşamba, Haziran 17, 2015
Büyük Mutluluklar
Bazen hayatta küçük ve önemsiz gibi görünen büyük mutluluklar yaşar insan.
İşte onlardan
iki tanesi arka arkaya geldi bu ay.
Önce 13
Haziran'da Zorlu Center D&R'da "Sarayın Dehlizlerinde" kitabımın
söyleşi ve imza günü vardı.
Söyleşi konusu
: "Bilinmeyen Yönleriyle Pargalı İbrahim Paşa" idi.
Çok hoş bir gün
oldu. Telefonlar, mesajlar, çiçekler, gelen
tanıdığım, tanımadığım insanlar, dostlarım, arkadaşlarım,
meslektaşlarım... Uzun zamandır görmediğim, göremediğim dostlarımı görmek
de ayrı bir keyifti...
“Mardin
/ Güneş Ülkesi” 2013 Mart ayında yayınlandığından bu yana 3. baskıya ulaştı,
değişik imza günleri yapıldı, çeşitli söyleşiler gerçekleşti. 2014 senesinde
“Orient Institut İstanbul”un kütüphanesine alındı, ABD Harvard ve Princeton
Üniversiteleri, Kanada McGill Üniversitesi ve Congress Library tarafından
başvuru kitabı olarak kabul edildi. Yine aynı sene “En İyi Turizm Yayını”
dalında, Turizm Oscarları olarak kabul edilen “SKALİTE Turizmde Kalite” ödülünü
aldı.
“Sarayın
Dehlizlerinde” 2014 Ekim ayında çok özel bir lansmanla yayınlandıktan sonra
birkaç imza günü ve söyleşi gerçekleşti, “Orient Institut İstanbul”un
kütüphanesine alındı. 13 Haziran’da Zorlu Center D&R’da gerçekleşen bir
söyleşi ve imza gününde okuyucusuyla buluştu.
Bir
rehber kitap ve bir romanın ardından ikinci romanım “Bir İç Savaştır Aşk”ı
yazmaya devam ederken ve “Son Vapur” senaryomun düzeltme safhalarındayken her
iki kitabıma da yollarının açık olmasını diliyorum.
Bir
başka mutluluğu da 16 Haziran günü yaşadım. Kapı çaldı ve kargoyla bir zarf
geldi. İçinden Süryanice sertifikam çıktı.
Yıllardır en
çok istediğim şeydi Süryanice öğrenmek...
Yaptığım
araştırmalar yarım kalıyor, her şey beni Süryanice bilmemenin çaresizliğine
çıkarıyordu. Ama bunun çözümü derdinde de zordu, çünkü Türkiye'de bu işi
kotarmak neredeyse imkânsızdı.
Sonra bir gün
Mardin’de Artuklu Üniversitesi ve onun bünyesinde Türkiye’de Yaşayan Diller
Enstitüsü açıldı.
Süryanice
eğitim başladığında, turist gruplarımla ne zaman Zinciriye Medresesi’ni
ziyarete gitsem, taç kapıdaki Enstitü tabelasının altında durup “Ne olur
Tanrım, bana burada Süryanice öğrenmeyi nasip et!” diye dua ederdim.
Günün birinde
bir meslektaşımdan burada Süryanice uzaktan eğitim olacağını duydum. İşte
o gün şansımın döndüğü gündü aslında. Hemen kayıt oldum. Müthiş bir
duyguydu.
Çok
şanslıydım… İlk defa uzaktan eğitimde Süryanice kursu oluyordu. Hocamız
imtihana değil hedefe yönelik sistemi ile müthiş bir eğitmendi. Ona çok şey
borçluyuz...
İnanılmaz bir
özveri, sevgi ve sabırla üç ay boyunca mucizeler yarattı desem abartmış olmam.
Son derecede yoğun bir müfredat programı uyguladı ama bizlere bu kadim dili hem
sevdirdi, hem de hakkıyla öğretti. Üstelik biz daha işin çok
başındaydık…
Bir
hesap yaptım: Nereden baksan 308 sayfa materyal (taşınması çok zor bir kitap
oluyor), 5 kitap, 450-500 civarı kelime, benim hazırladığım 80 gramer kartı...
Ben kursu hem
sınıf hem de dönem birincisi olarak bitirdim. Ama kursun başında demiştim
hocamıza, ben bu kursun en iyisi olacağım diye. Oldum da... Dönem ödevlerimin
notları (99-98-100) ve bitirme imtihanından aldığım 100 ile... Tabii bu durum bana daha zor bir misyon yüklüyor. Aynı çizgiyi
tutturmalı ve çıtayı düşürmemeliyim.
Bugün
sertifikamı elime aldığım an hayatımın en mutlu anlarından biriydi.
Şimdi bundan
sonrası için tek arzum bu eğitimimin aksamadan devam etmesi ve hedeflerime
ulaşmam…
Süryanice
bilmek çok önemli benim için ve bu dil gerçekten benim çok işime yarayacak.
Yaptığım araştırmaların yarım kalması ve her şeyin beni Süryanice bilmemenin
sıkıntısına çıkarmasından kurtulmam gerekiyor...
Çok
seviyorum bu dili... Aşkla seviyorum...
Etiketler:
Deneme,
İmza Günü,
Kitap,
Mardin,
Mardin Güneş Ülkesi,
Sarayın Dehlizlerinde,
Söyleşi,
Süryanice,
Yazar,
Yüzleşmeler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)